Mayıs ayında “Hatırlamak/Unutmak Performans Günleri”yle karşımıza çıkan Self-service art nedir, ne değildir görmek için yapının kurucuları olan performans sanatçısı/ küratör Ayça Ceylan ve sanatçı/küratör/tıp doktoru Pınar Derin Gençer ile self-service art üzerine sohbet ettik.
Neriman Arslan: Self-service art’ın hem kurucuları hem de küratörleri olarak önce sizden başlayalım, siz kimsiniz? Nasıl birisiniz? Neler veya nesiniz?
Pınar Derin Gençer: İstanbul ve Stockholm odaklı sanatçı, küratör ve tıp doktoruyum. Ağırlıklı olarak performans sanatı, görsel sanatlar, enstalasyon, yazı ve nesneler üzerine çalışıyorum. Sanat çalışmalarımda, doğa, yaşam ve kentin fiziksel, psikolojik, tarihsel arenasının, insan ile olan ilişkilerini inceliyorum. İnsan akıl, beden ve ruhu başta olmak üzere güç, boşluk, ideoloji alanlarında araştırmalar yapıyorum. İstanbul Performance Art’ ın kurucusu ve 24 Hours Art’ın kurucu küratörüyüm. Hayatta ve sanatta minimalizmin sularındayım. Bu sularda gezmemde İsveç’in büyük bir faktör olduğunu es geçemem. Belki şu an bulunduğum evre belki otuzlu yaşlar nedenini tam bilemesem de ‘kadın’ olma haliyle eşleştiğim bir süreçteyim. Proust’un çok sevdiğim ve ait hissettiğim bir cümlesi var: “Je n’étais qu’un coeur qui battait”. Evet, ben sadece atan bir kalptim.
Ayça Ceylan: Sorduğun sen kimsin için spesifik olarak tek bir ben tanımı veremem. Fakat benliklerim arasında bir geziye çıkacak olursak hepsinin ortaklaştığı mesele insan türünün algılama biçimleri. Böyle deyince megalaşan bir majoriteden bahsediyorum gibi ancak cümlelerimin devamı umuyorum ki nasıl bir minör fetişi olduğumu açıklayacak. Benim derdim çok kişisel bir yerden ortaya çıkıyor. Olabildiğince kendi gündeliğimle ilgili konulara odaklanmaya çalışıyorum. Kendilerimi tanımlayabilmek için psikolojiyle, edebiyatla, dansla, fizikle ilgilenmek bana iyi geliyor. Dansı, psikolojiyi ve parçacık fiziğini birleştirip bedenin ve mekanın birbirini nasıl anlamlandırıp yapılandırdığı üzerinden benlik değiş tokuşlarımızı performanslar ve atölyeler aracılığıyla inceleyip deneyimliyorum. Tüm bu atölyeler ve performanslar kendimi onarmamı sağlayan ailem diye de tanımlanabilir. Kendimizi onardıkça her şeyle olan ilişkilenmemiz de onarılmaya başlıyor, belki de hakikat minör diye tanımlanan şeylerin içerisinde…
NA: Kendi tanımlarınızdan ya da tanımsız noktalarınızdan devam edersek bir sonraki durak birlikte kurduğunuz ve küratörlüğünü yaptınız Self-Service Art. Peki bu Self-Service Art nedir?
PDG: Self-service art’ı, İstanbul merkezli bir deneyim aktarım alanı olarak tanımlıyoruz. İzleyen ve izlenilen arasındaki ilişkilenme hallerinden yola çıkıp, her türlü sanat disiplininin kendine yer bulabilmesini hedefliyoruz. Günümüzde çoğunlukla sanatçının eseri ve izleyen arasında sınırlı kalan bu deneyim aktarım halini hem yapımızda hem etkinliklerimizde bütün ilişkilenme hallerine (sanatçı-izleyici, izleyici-izleyici, sanatçı-sanatçı, küratör-asistan vb.) yaymak istiyoruz. Daha canlı bir şeye dönüştürmeyi deniyoruz.
NA: Self-Service Art’ın nereden çıktığını öğrendik. Peki nereye gidiyor? İşleyişi nasıl? Yalnızca sanatçılara hitap eden bir oluşum gibi görünmüyor, somut olarak farklar neler?
PDG: Self-service exhibition, Self-service performance, Self-service talk, self-service workshop olmak üzere dört bölümümüz bulunuyor. İlkbahar-yaz ve sonbahar-kış olmak üzere yalnızca kontrast kavramları işlediğimiz iki farklı tema belirliyoruz. ‘Unutmak-Hatırlamak’ temasıyla başladığımız sezonu, sonbahar-kış döneminde ‘İyi-Kötü’ ve sonrasında ‘Doğru-Yanlış’, ‘Güzel-Çirkin’ izleyecek. Aslında basit ve herkesin gündeliğinde defalarca kullandığı bu kavramlara bizim yaklaştığımız yerden yeniden sorgulatmak istiyoruz. Etkinlik mekanı etkinliğin içeriğine göre değişkenlik gösteriyor. Farklı mekanlarla iş birliği yapıyoruz.
NA: Neden yalnızca performans sanatına odaklanan bir oluşum değil de konuşmalar, atölyeler ve sergileri de kapsıyor?
AC: Sergi, performans, konuşma ve atölye olarak belirlediğimiz 4 bölüm olmadan yapımızda kontrast kavramların kendini yeteri kadar tanımlayamayacağını düşündük. Her temanın dört alanda da karşılığı olmalı. Çeşitlilik ve alanlar arası diyalog için yeni bir ev diyebiliriz Self-service art’a. Bu yeni ev, geçmişinden kopmayan, dinlemeyi önemseyen ve her nerede gerçekleşiyorsa mümkün olduğunca çevresi ile etkileşmek isteyen bir alan.
NA: Her sezon için temalarınız ve bunlar üzerine kurulan dört bölümünüz var. Mesela geçtiğimiz performans günlerini örnek alırsak, temayı belirledikten sonra tercih ettiğiniz yol neydi?
PDG: Açık çağrı ile seçtiğimiz ve davet ettiğimiz sanatçılarla yol alıyoruz. Henüz tanımadığımız ya da işlerine rastlamadığımız sanatçılara ulaşmak için açık çağrının etkili olduğunu düşünüyoruz.
AC: Açık çağrı metninde ise şuna çok dikkat ettik; metin kendi derdini anlatırken karşısındaki kişiye de yer bıraksın, kendini kapatan bir yapıya bürünmesin, kişiyi sıkış sıkış hissettirmemesin…
NA: Performans için açık çağrı yapmıştınız. Dört ana bölümün tümü için de açık çağrı yapmayı düşünüyor musunuz?
AC: Şimdilik açık çağrıları performanslar ve sergiler için düşünüyoruz. Konuşmalar ve atölyeler için ise kendi belirlediğimiz kişilere ulaşıyoruz.
NA: “Zaman”la olan ilişkinizin yılda iki kere, iki sezonda ilerlediğini öğrendik. “Mekan”la olan ilişkiniz nasıl gelişiyor?
AC: Farklı mekanlarla iş birliği yapmayı tercih ediyoruz. Her tema ve bu temaya eşleşen 4 bölümün ilişkilenebileceği en uygun alanı seçme gibi bir gayemiz var. Bu nedenle mekan iş birliklerimiz sadece galeri, müze gibi alanlarla kısıtlı değil.
NA: Derin, aynı zamanda performans sanatını odağına alan Istanbul Performance Art’ın da kurucususun. Böyle bir yapıda aktif olmaya devam ederken içinde performansı da barındıran başka bir yapıda da görüyoruz seni.
PDG: İstanbul Performance Art, performans sanatı ve disiplinler arası yaklaşımı ile ilişkide olduğu sanat dallarını kapsayan performanslar ve projeler sunmak amacıyla kurulmuş ilk uluslararası performans platformudur. Performans sanatını yapan, araştıran, okuyan, öğreten, yazan ve arşivleyen insanlar için özel projeler, kaynaklar, yayınlar üretmek; performans sanatının gelişiminde çeşitlilik, yenilik oluşturmak üzere yola çıktı. Dolayısıyla bu yapıda ana odağım performans sanatıdır. Self-service art’da ise performans, var olan dört bölümümüzden biridir. Bizim iskeletimizde dört dala da eşit değerlerde yaklaşıyoruz. Bu yapıda odağımız yalnızca performans değil.
NA: Hazır lafı da geçmişken, neden performansı bu sergi kavramından ayırıp özelleştirdiğinizden de bahsedelim. “Self-Service Art’ta hali hazırda exhibition varken neden performance da ayrıca var?” diye düşünülebilecek olmasına rağmen aslında çok önemli bir konu. Siz bu konuda nasıl bir yolu tercih ettiniz?
AC: Yapıda sergi, performans, konuşma ve atölye diye belirlediğimiz 4 bölüm birbirinin yan etkinliği olabilir ama bunlar başlı başına yan etkinlik statüsüne geçmemeli. Aynı şey performans sanatı özelinde de geçerli. Performans sadece bir serginin yan etkinliği olarak sıkışıp kalmamalı. Yapılabilir ama bunun böyle alışılagelip böyle gidebilme potansiyeli biraz ürkütücü . Kişisel yaklaşacağım, hikaye şöyle; tezimde Türkiye’de performans sanatına ve kurumsal arşiv problemine odaklanıyorum. Ve performans sanatı alanında diğer birçok alanda olduğu gibi yanlış bir tarih aktarımı söz konusu zaman zaman. Birçok yapı kendinden öncekini görmezden gelme eğilimde. Oysaki hafıza paylaşımının ne kadar değerli olduğunu unutuyoruz kimi zaman. Her şey biriciktir ve kendi değeri vardır. Biz de “Ona o değeri olabildiğince nasıl verebiliriz?”e bakıyoruz. Olabildiğince bir şeye değerini vermek ve bu değeri ne kadar verebiliyoruz veya ne kadar veremiyoruz konuşup açıklamak önemli. Yapının kendi içinde bir denge hali mevcut. Döngüsel bir tamamlanma ihtiyacı diye de düşünülebilir.
NA: “Denge” önemli bir kelime seçimi. Anlattıklarınıza göre hem bireysel olarak hem yapısal olarak sizinle de ilişkili. Kontrast kavramları seçme sebeplerinizden biri de bu olabilir mi?
PDG: Seçtiğimiz temalar temelde basit gibi algılanan fakat hayatın akışı sırasında çoğunlukla kullandığımız, düşündüğümüz ve deneyimlediğimiz önemli kavramlardır. Kontrast kavramları gündeliğimize işlerken hep birini diğerinden daha değerli görüyoruz. Güzelin çirkinden, doğrunun yanlıştan, hatırlamanın unutmaktan daha iyi olduğunu düşünüyor, öyle yargılıyoruz. Biz ise çirkinin güzel, yanlışın doğru, unutmanın hatırlamak kadar değerli ve değersiz olduğu kıyıdayız.
AC: Gündeliğimizden çıkan bir ihtiyaç hali kontrast kavramlar üzerine eğilmek. Mesela ben ve Derin birbirine benzeyen ve aynı zamanda birçok konuda da birbirinden başka düşünen kişileriz. Ancak tüm bu kontrast diye tanımlanabilecek hallere rağmen hem arkadaş ilişkimizi hem de üretim ilişkimizi devam ettirebiliyoruz. Burada çok hassas bir tartı var, birbirini dinlemek ve diğerine kıymet vermek. Bu sadece benim, Derin’in ya da burada sen varsın diye sana söylüyorum senin ihtiyacın değil ki. Toplumsal hafızanın onarılabilme hali için çeşitliliklerin bir arada olmasına ve aralarındaki statü hallerinin mümkün olabildiğince ortadan kaldırılmasına ihtiyaç var. Zıtlıklarımıza rağmen benzeşen yanlarımızı da biraz düşünürsek ya da onları bir ortamda rastlaştırırsak diyaloglar başlıyor.
NA: Siz hem bireysel olarak bağımsız sanatçılar hem de küratörlersiniz. Bu durumu göz önünde bulundurursak, aynı zamanda sanatçı olan küratörler olarak performans sanatında küratörlük nasıl ilerliyor?
PDG: Aynı anda üç farklı disiplinin harmanı olmak, olaylara başka perspektif ve hassasiyetten yaklaşmama neden oluyor. Tıp doktoru olmanın bana kattığı insan akıl, ruh ve bedenine hakimiyet hali, bir küratör olarak ilişki kurma biçimlerimde çeşitlilik ve kolaylık sağlıyor. Sanatçı hassasiyetine sahip olmak ise sergi ya da performans sırasında ilişki kurduğumuz insanın, yoğun üretim sürecinin hassaslığından gelmiş, duyguları olan bir varlık olduğu gerçeğiyle hareket etmemi sağlıyor. Özellikle performans sanatının küratörlüğünde kürete ettiğiniz sanatçının eseri değil kendisi olduğundan kurduğunuz bağın hassaslığı daha da önemli hale geliyor.
AC: Bir serginin küratörlüğüyle bir performansın küratörlüğünde ortak noktalar olduğu gibi iletişim stratejisinde bir takım farklılıklar var. İki disiplin için de organik bağ önemli ancak bence söz konusu performans sanatıysa bu bağın derecesi kendiliğinden artma eğilimde. Sanatçılarla olabildiğince yüz yüze görüşüp performansa hazırlık süreçlerine tanık olmak ya da “Nasılsın, bir kahve içelim, sohbet edelim?” diyebilmek. Genel olarak iletişebilmek lazım. Yoksa fark ediyoruz hemen iletişemeyen şey(ler)in yansıttığı enerjiyi, huzursuz dalgalanmayı. Hani bunlardan bolca var ve yeri geldiğinde hepimiz de “samimiyet” diyoruz işte diyaloğa davet için organik olarak ben buradayım diyebilmek çok önemli.