Cansu Sönmez ile yolculuğumuz 2018 yılında sokak duvarlarına yaptığı androjen kafa (Etki-Tepki Serisi) uygulamalarını görmemle başladı. Sonradan bu işlerde söz konusu olacak sterilizasyonu; sokağın sanat galerilerine taşınabilirliğini ölçmek adına Sönmez’in de sanatçılarından biri olduğu “İnşa Edilen Anlam“sergisinde gerçekleştirdiği performansı ile deneyimledik, bu sergi aynı zamanda Sönmez ile gerçekleştirdiğimiz projelerin de ilkiydi. İlerleyen aylarda sanatçının İmkansız Oyun, Yetişkinler İçin Oyun Alanı isimli interaktif işleri de Öğrenebileceğim Yer sergisinde, kent, doğa ve insan üçgeni temeline oturan bir kürasyonla izleyiciyle buluştu. Cansu Sönmez distopya konusunu odağına aldığı, uzun soluklu çalışmaları sonucu gerçekleştirdiği üretimleriyle, izleyicisine günümüzde öznesi olduğumuz birçok konuda eleştiri yapma imkânı veriyor. Bu anlamda da sanatçıyla gerçekleştirdiğimiz bu sohbet Sönmez’in devingen sanatçı kimliğinin arka planda nasıl çalıştığını, üretim süreçlerindeki çalışma yöntemlerini mercek altına alıyor.
Buket Bal: Uzun yıllardır distopya konusu üzerine araştırmalar yapıyorsun seni bu konuda yoğunlaşmaya iten neydi?
Cansu Sönmez: Dünya üzerinde var olan kaynakların haksız dağılımı bu konuya eğilmede beni etkileyen en önemli faktör diyebilirim. Edebi olarak da sıkı bir distopya takipçisiyim. Bu ilgimi perçinleyen ilk eser ise Orwell’ın 1984 adlı romanıydı. Zamanla okumalarım genişledi ve ben 2013’te konuyla ilgili ilk görsel üretimlerime başladım. O zamanlar baskı ve resim yapıyordum. Bir fabrikada cansız mankenlerin fotoğraflarını çekmeye başladım ve fabrikada 6 ay kadar vakit geçirdim. Bunun sonucunda da ruhsuzlar adlı serimle konuyla ilgili ilk çalışmalarımı gerçekleştirdim. Sanatsal üretimlerim için çalıştığım fabrika dehliz gibi açıldıkça açılan bir sürü odaya sahipti ve her oda yığınla dizili mankenlerle doluydu. Benim mezarlık diye isim taktığım alanlar… Orada o bedenleri, yüzleri üretenler de sanki bedenlere sistemi kodlayan teknikerlerdi.. Mekandaki seri üretim hali distopik romanlarda anlatılan itaatkar toplum üretiminin bir nevi çıktısıydı. Zamanla medyumum ve kullandığım araçlar değişti. Kent distopyasını ele aldığım çalışmalarımla beraber malzeme olarak çoğunlukla beton kullanmaya başladım.
B.B.: Çalışmalarının bir kısmında günümüz dünyasının distopik bir yansıması olarak beton kentler veya beton lego parçaları üretiyor; kurguladığın distopyanın önemli bir parçası olarak izleyiciyi bu oyuna dahil ediyorsun. Kentle beraber dönüşen insana ilişkin bu yoğun eleştiriye karşı bu sürece dahil olan izleyicinin reaksiyonunu nasıl değerlendiriyorsun?
C.S.: Beton malzeme ile yaptığım ilk çalışmam 2017 yılında küçük baş figürü oldu ve bu figürü çoğaltıp bir harç içinde şehrin çeşitli yerlerine yapıştırmaya başlamıştım. O zaman instagramda çektiğim fotoğrafları paylaşıyordum ancak sokakta yaptığım çalışmaların altına isim yazmıyordum. Buna rağmen sokakta çalışmamı görüp, sosyal medyada beni bulan çok kişi oldu. Ve aldığım tepkiler benim adıma çok tatmin ediciydi. Bir izleyici anonim kentin içinde çok tanıdık bir şeyle karşılaştığını, ve o çalışmada kendini gördüğünü yazmıştı. Çok etkilendim. Çalışmam bir yüzleşme anı yaşatıyor insanlarda diye düşündüm. Ve benzer çok fazla geri dönüş de aldım. Tabi çalışmalarımın sökülüp atıldığı, ya da üstünün boyandığı da oldu. Lego çalışmalarımda ise ilk tepki aslında çocukluğa dair hoş anılar oluyor. Küçük Legolarla yaptığım çalışmamın ismi “İmkansız Oyun” ve bu Legolar iç içe geçmiyorlar. Oyuna açık olarak sunduğum yerleştirmeye dahil olanlar bu iç içe geçmeyen Legolardan bir şeyler yaratmaktan keyif duyuyorlar. Ama benim Legolarım iptidai bir halde fazla yükselemeden devriliyor. Tıpkı hayat gibi. Çalışma kentin politik ve ekonomik sebeplerle değişen inşa sürecini anlatırken, kentte yaşayan insanın var olma çabasıyla özdeşlik kurmayı hedefliyor. Hayat denilen şey de bir oyun aslında ve bu oyunun içinde kendi oyunumuzu kurmaya çalışıyoruz ve her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunu unutuyoruz. Mesela emek verdiğimiz kariyerimizin kıskanç bir yönetici tarafından yıkılması an meselesi, ya da biriktirdiğimiz paranın bir günde enflasyon karışışında yok olup olmayacağını bilemiyoruz. O nedenle iç içe geçmeyen Legolar herkesin oynamasına açık ve her yeni dahil olan bir öncekinin yaptığını yıkıp yenisini yapıyor. Ve genelde çocukluğa dair masum bir oyun gibi görünen oyunun hilesi onunla oynadıkça ortaya çıkıyor, yükselemeyen, sürekli devrilen ve yamuk yumuk bir oyun. İnsana ‘kendi’ ütopyasını yaratma fırsatı veren legoyu, işlevsellikten uzaklaştırmanın yaşamsal gerçekliği daha çok yansıttığını düşünüyorum. Elbette sonuç olarak birinin ütopyası bir diğerinin distopyasına dönüşüyor ve Legolar devriliyor.
B.B.: İktidar temsili olarak ürettiğin androjen insan kafalarını sık sık sokaklarda görüyoruz. İktidar temsiliyeti ve eleştirisinin yanı sıra burada bize anlattığın başka bir şey olduğunu düşünüyorum. Kentte var olan her katmanın karşılaştığı bu sanat formları kimi zaman mahalle esnafının duvarında, kimi zaman yol kenarında veya eski bir kapıda karşımıza çıkıyor. Sanatsal üretimlerinin toplumsal katmanların bu kadar içinde olması yaptığın eleştirinin bir parçası mı?
C.S.: Bu androjen donuk yüzler kent insanının hem şikâyet eden, hem de dâhil olan halinin eleştirisidir. İnsan her katmanda aynı insandır. Birçok insanın arzuları hep daha büyüğü, daha güzeli, daha pahalısı şeklinde evrilen nesneler dünyasının kölesine dönüşebilir. Bu mutluluk yanılsaması içinde birçoğumuz doğaya hasret olduğumuzu söylerken aynı zamanda betonarme bir siteden ev alabilmek için çırpınırız. Sokakta yaptığım etki-tepki serisi dediğim çalışmalarım insanlara karşı bir ayna gibi konumlanmaktadır. Bu çalışma kapsamında Georges Battaille’in kurduğu Acephale adlı gizli cemiyetin Başsızlık kavramı ile bağlantı kurmak mümkündür. Bu cemiyetin başsız bir figürü bulunmaktadır. Cemiyet amblemiyle ve görüşleriyle oldukça radikal bir tavır sergilemiştir. Başın yani otoritenin, otorite altında bulunan bedene, başı kesmesi için emir verilmesini, öz yıkımı temsil etmektedir. Benim başlarım da işte bu otorite olma arzusundaki insanın meydanlardaki tezahürü, hükmedecek bedeni olmasa da, yalnız olsa da, sonsuz arzularının kölesi olarak betona gömülmüş bir haldedir.
B.B.: Üretimlerin; geçmişin, günümüzün ve geleceğimizin insan eli değen her anına bir eleştiri yapıyor. Politik ve sosyolojik vurgusu ve birikimi yoğun olan söylemlere sahipler. Sen üretim süreçlerini nasıl değerlendiriyorsun? Çalışma veya üretime hazırlık şeklin nedir?
C.S.: Ben sanat pratiğimde güncel olanın üzerimdeki etkisini araştırıyorum diyebilirim. Aslında yaptığım her çalışma yaşamdaki var oluşuma dair sorgulamamın izlerini taşıyor. Dert edindiğim, yüreğimi titreten durumları sadece bir duygu olarak geçiştirmiyorum. Konu hakkında okuyorum, yazıyorum ve duygumun peşine düşüyorum. Bu peşine düştüğüm düşünceleri üretim sürecine yansıtmam bir ay da sürebiliyor, bir yıl da… Bunun yanı sıra biliyorum ki dünya üzerinde birçok insan benzer durumları kendi ölçeğinde düşünüyor, araştırıyor ve konu üstüne yazıyor, üretiyor. Ben de çalıştığım konu her ne olursa olsun, bu konuyla ilgisi olan veya olmayan insanlarla iletişim kurabilmek adına bir takım dertlere işaret etmek istiyorum. Çalıştığım konular genel olarak umutsuz gelebilir ama umutsuz çalışmalarımın umudunun; üretme arzusu ve bunun üzerinden kurulmak istenilen iletişim olduğunu düşünüyorum.
B.B.: Etki-Tepki serisi için ürettiğin işlerini ilk kez sokaklarda görmüştük, bildiğim kadarıyla bu androjen kafalar artık çerçeve veya plexiglass arkasındalar, yani daha güvenli bir yerlerdeler. Bu seride neden böyle bir sterilizasyon söz konusu?
C.S.: Sokakta dik dik bakan suratlar soru sorar gibi kaldırımlarda, elektrik kutularında şehrin bir parçası olan çalışmalarım zamanla çerçevenin içinde farklı serilere dönüştüler. Bu serilerin de aslında kendi içinde farklı isimleri oldu. Modern yaşantımızın kalıntısı gibi kurguladığım “Buluntular Serisi” betona gömülü fosil gibi görünen yüzler ve kırık beton parçalarından oluşuyor. Altın kafes serisi ise aslında çok mutlu yansıttığımız o süslü evlerimizin içinde gerçekten de öyle olup olmadığımızı sorgular nitelikte. Dediğin gibi daha güvenli ve steril hayatlar yaşıyorlar. Pandemide de büyük bir sterilizasyondan geçtik ve evlerimiz bir hayli önem kazandı. Bu alanlara bakışımız değişti. İnsanların yaşam standartlarındaki fark daha da görünür hale geldi. Çalışmalarımın çerçeve içindeki o kapalı halleri bir yandan o büyük sterilizasyonu da görünür kıldı. Çerçeveli çalışmalarımı uyarıcı zaman kutuları gibi görüyorum. Zamanda yolculuk eden ve sahip olmak istediğimiz hayatların defolarını gösteren birer imge diyebilirim.
B.B.: Önümüzdeki günlerde programında sergi veya performans var mi?
C.S.: Yıl içinde PG Art Galeri’de uzun süredir çalıştığım projemin çıktısını sunabilmeyi hedefliyorum. Ayrıca yine yıl içinde İzmir’de de bir kişisel sergi planlıyorum.
Fotoğraf Kredisi: Deniz Tapkan