Fulya Çetin ile Röportaj

Fulya Çetin: Çıkamadım. Çıkamadık çünkü. Çıkamayacağız gibi de gözüküyor bir süre daha. Bu sergideki işlerin oluşturulma süreci 2013’de başladı söylediğin gibi. 2013 yılı hepimiz için önemli bir tarih. Gezi parkı protestoları ve akabinde gelişen, gelen bir sürü şey daha. Bütün bu süreç içerisinde sanat benim için geri planda kaldı diyebilirim. Hayat daha ön plana geçti. Bununla birlikte başka şeyler ilgimi çekti ve başka yerlerde olmaya, başka insanlara temas etmeye başladım. Dolayısıyla sanatın biçimi ve benim atölyede geçirdiğim zamanın süresi de değişti. Tabii o süreler ve hayatın akışı değişince biçim, pentür, renk ve bir sürü şey de değişti ve hala değişiyor.

 

EY: Kalıpları olan; değişime, dönüşüme kapalı bir sanatçı olmadığını söyleyebiliriz öyleyse?

FÇ: Evet, kalıplarım yok ama vazgeçemeyeceğim şeyler var, özgür bir üretim hali gibi mesela. Çünkü bir kalıbın içerisinde kalmak bana zaten her zaman kişilik olarak da çok sıkıcı bir şey gibi geliyor, kendimi tekrar etmekten hoşlanmıyorum, ustalıktan hoşlanmıyorum, deneme ve öğrenme süreçlerini seviyorum. Ya da şöyle söyleyebilirim; bir şeyi yapabilir hale geldikten sonra onu bozmayı da seviyorum. O şeyi yapabilir hale gelinceye kadar deneyimlediklerim benim için bir serüven oluyor. Kendimi oraya doğru zorlamayı ve itmeyi, o şeyi yapabilir hale geldiğimde ise orayı terk etmeyi seviyorum. Ya da yok etmeyi, silmeyi…

Yaptığım bir resim bana bir şey öğretirken diğer resimde yaptığım şeyi silip o şekilde devam ediyorum ki başka bir yola daha girebileyim.  Tek bir yol seçmeyi sevmiyorum. Bir sürü çetrefilli yolu aynı anda seçmeyi ve o yollarda aynı anda gitmeyi seviyorum.  Bunun benim yaşam tarzımla da ilgisi var sanırım. Kadın olmakla da ilgili. Çünkü bir kadın sadece sanatçı bir kadın olarak yaşamıyor. Aynı zamanda sevgili oluyorsun, anne oluyorsun, iş kadını oluyorsun, ev kadını oluyorsun… Birçok  şey birden oluyorsun ve dolayısıyla bu her şeye yansıyor. Resim yaparken bir tek sanatçı kadın olamıyorum. “Havaya Karışan” süreci de benim için böyle bir süreçti. Hayatta harıl harıl bir şeyler oluyordu ve ben onları takip etmeyi, hatta bazen içinde olmayı seviyordum. Eskiden daha uzun süre konsantre olup daha detaylı şeyler yaparken, onlardan vazgeçtim. Ama bundan sonra onlara geri döner miyim, yeniden detaylı işler üretir miyim o kısmını şu an öngöremiyorum. Sonunu bilmiyorum, çok belirlemiyorum da.

Fulya Çetin: Denize atlayanlar ‘, 2013, Tuval üzerine yağlı boya, 110x190cm – Fulya Çetin: Yanan peyzaj’, 2014, Tuval üzerine yağlı boya, 30x40cm

EY: Neydi peki bu söylenmeler?

FÇ: Bunlar çok anlamlı söylenmeler değildi. Sayıklamalar ve mırıldanmalar diyebiliriz. Bir şey okumuştum bir yerde mırıldanmayla ilgili, kime aitti hatırlamıyorum. “Bebeklerin konuşmaya başlarken anlamlı sözcükler söylemeye çalışması ama bu kelimelerin dışarıya anlamsız gözükmesi” diyordu mırıldanma için. Sayıklamak da biraz böyle. Tek tek ağzından çıkar, yarım yamalaktır ama  bütününde bir şey ifade eder. Çok anlaşılsın diye değil, sanki şuursuzca bilinçaltından çıkan sözler gibi. Onlar söz mü ses mi, o da belli değil. Bir belirsizlik ve bu belirsizliğin içinde olma haliydi. Kendi kendine söylenme, sayıklama, mırıldanma haliydi. Dışarıdan nasıl anlaşılır, anlamlandırılır, okunur bilmeden, kontrol etmeden, kendi kendime kaldığım hallerdi. 

EY: İşlerindeki sis, bulut ve pusu bu belirsizlik haliyle örtüştürebilir miyiz?

FÇ: Hep şöyle hayal ettim ben, çok mantıklı ve realist görülmeyebilir ama düşüncelerimizi somut bir şekilde görselleştirmemiz gerekirse eğer, bunu başımızın üzerindeki bulutlar olarak tasvir edebilirim. Bu bulutların devamlı olarak renk değiştirdiğini düşünüyorum. Bazen gri ve kara bulutlarla dolaşıyoruz. Düşüncelerimiz, duygularımız, bedenimizden çıkarttığımız şeyler; hepsi kafamızın üzerinde birbirine karışıyor gibi geliyor. Kolektif bilinçten bahsedilir, birbirimizle konuşmadan aynı şeyleri aynı zamanda düşünmek, hissetmek, sezmek, beklemek, üzülmek, ağlamak… Bütün bunlar benim kafamda böyle bir biçim aldı diyebilirim.

EY: Üretken, hareket halinde ve duyarlı bir insan olduğunu biliyorum. Bu koşturmacanın, ülkenin kötü gündeminin ve sanat ortamındaki tatsızlıkların arasında seni diri ve ayakta tutan şey nedir?

FÇ: Öyle miyim bilmiyorum. Sadece yere basmaya çalışıyorum. Ben umuttan vazgeçemem, buna hakkım yok gibi. Bir sürü insan, çocuklarını, yakınlarını kaybetmiş, mücadele umuduyla devam ederken senin benim pes etmemiz, vazgeçmemiz olmaz gibi geliyor. Ben oradaki umuttan feyz alıyorum. Demoralize olduğum zamanlar o insanların gücünden güç alıyorum. Utanç, bıkkınlık, pes etmek, vazgeçmek, kaçıp kurtulmak, aciz hissetmek, kaybetme korkusu vb. bunların hepsini ben de yaşıyorum. Hatta içimde ağır bir kütle halinde duruyorlar ama kendi alanlarımızı korumak, bu alanlarda köşeye sıkışmış bir şekilde yaşamamak için üretmek ve sağlam durmak zorundayız gibi geliyor ve öyle yapmaya çalışıyorum.

 

EY: 90’lı yıllardan günümüze kadar birçok kurum ve kişi galeri kurdu. Bunun yanı sıra açılan galeriler kapanmaya başladı. Ülkemizde sanata ve sanatçıya devlet desteği yok diyebiliriz. Bu iniş çıkışlar içerisinde Türkiye çağdaş sanatının bugünkü durumunu kısaca nasıl değerlendirirsin?

FÇ: Son 10-15 yıl içerisinde küçümsenemeyecek bir hareketlenme oldu, evet. Galeriler açıldı ve birçoğu genç sanatçılarla çalışmaya başladı, Birçoğumuz bunu öngördük aslında. Genç sanatçıların üzerine bu kadar gidilmesi onların üretimini nasıl etkileyecekti? Benim de bir sürü öğrencim vardı. Diyordum ki onlara; henüz erken, biraz bekleyin. Kendi aranızda, gruplar halinde bir şeyler yapın. Kendi özgür deneyimlerinizi yaşayın, sonrasında konformist olun. Çok erken konformist oluyorsunuz ve bu konformizm sizin özgürlüğünüzü alıyor. Maalesef bazıları için böyle de oldu. Bir sürü yetenekli insan yok oldu ya da çok beklenti karşılar bir üretim sürecine girdiler. Bu da birbirine benzer bir sürü iş, bir sürü sanatçı profili oluşmasına neden oldu. Benzerlik çoğaldı ve çeşitlilik azaldı.

 

EY: Bir süredir bağımsız çalışıyorsun, sence bunun avantaj ve dezavantajları nelerdir?

FÇ: Galeriyle çalışan ya da bağımsız olan çok sevdiğim sanatçılar var. Bir sanatçının var olması galeriyle çalışmasından geçmiyor bir kere, bunun farkındayım. Sanat alıcısına galerinin ulaşmasıyla devamındaki ilişki ve süreç sanatçı için zor. Galeri bu anlamda sanatçıyı rahatlatıyor ama bazen işinizi sattığınız insanı tanımıyorsunuz bile. Bu da bana çok tuhaf geliyor. Galeri dışında, daha kamusal bir alanda sergi yaptığınızda ise izleyici profili biraz daha çeşitleniyor ve alıcı sanatçıya ulaşmak zorunda kalıyor. Bu zorunluluk bence olması gereken bir teması sağlıyor.

Galeri deneyimim çok fazla olmadı ya da çok uzun sürmedi. Bu konuda çok fazla tecrübe sahibi değilim ama şunu hissediyorum; daha ucu açık işler ve sergiler yapmak, farklı mekanlar, hatta farklı şehirlerde olmak bana çok iyi geliyor. Depo’da açtığım “Havaya Karışan” sergisini Bursa’ya taşımak böyle bir şeydi. Hafriyat ile Diyarbakır’da “Lokal Cennet” diye bir sergi yapmıştık, benim için unutulmazdı. Geçen ay Cihangir’deki Ark Kültür’ün ev sahipliği yaptığı, küratörlüğünü Övül Durmuşoğlu’nun, küratör yardımcılığını Aylime Aslı Demir’in üstlendiği“Gelecek Queer” sergisi oldu. İşlerin büyük bölümü Kaos GL dergisine katkıda bulunmuş sanatçıların işlerinden oluşuyordu. Benim için çok önemli deneyimdi. Yani mekanı değiştirmek derken dört duvarı değiştirmek değil de başka insanlarla buluşabilmek, farklı deneyimler yaşamak beni daha mutlu ediyor. Bunun  sonu yok. “Ben oldum, benim kitlem belli” gibi düşünmüyorum. Başka sanatçılar tanımak istiyorum, başka izleyiciler… Bu isteğim bitmedi ve bitmeyecek gibi.

 

EY: Bağımsızlıktan söz açılmışken bağımsız sanatçı inisiyatiflerinin öncülerinden Hafriyat’ın üyesi olarak günümüzde sanatçı inisiyatiflerinin eksikliğiyle ilgili ne düşünüyorsun? Sence de bunun eksikliği çok hissedilmiyor mu ve sebebi ne olabilir?

FÇ: Hafriyat benim için çok öğretici bir şeydi. İkinci bir okul gibiydi. Biz çok fazla bir araya geliyorduk, çok konuşuyor, üretirken birbirimizin işleri hakkında kafa yoruyorduk. Aynı zamanda arkadaştık. Halen arkadaşız. Dolayısıyla her şeyi birlikte yaşar, paylaşır hale gelmiştik; bu üretim sırasında paylaşmak çok zevkli ve doyurucuydu. Aynı zamanda insanı güçlendiren de bir şeydi. Ne yapacağını, nasıl duracağını, nasıl karşı koyacağını, neye ne kadar direneceğini şekillendiren bir süreçti. Bu anlamda Hafriyat’tan çok şey öğrendim. İnisiyatifler konusunda eksiklik hissediliyor, evet. Bu sıralar Kadıköy’de bir şeyler oluyor. Yeldeğirmeni’nde çok sayıda atölye var ve atölye sergileri gerçekleşiyor. Geçen aylarda Mert Öztekin kendi atölyesinde işlerini sergilemişti. Çok güzel bir sergiydi. Yine geçen haftalarda Tasarım Bakkalı’nda Burak Ata ve Tolga Tarhan’ın sergileri vardı. Kadıköy bu konuda iyi gidiyor.

 

EY: Son olarak yakın zaman projelerin hakkında söylemek istediklerinle bitirebiliriz.

FÇ: 11 Şubat- 20 Mart 2016 tarihleri arasında Bursa’da “İflah Olmaz” başlıklı bir sergimiz var. Sergi, kendi hakikatinin peşine düşmüş,”İflah Olmayı” reddeden sanatçıların işlerinden oluşuyor. Bunun dışında 12 Şubat- 12 Nisan tarihleri arasında  Halka Sanat’ta “Uykusuzlar Atlası” isimli grup sergimiz var. Sergi uyku kavramından hareketle yaşadığımız tarihte ve coğrafyada üzerinde durup düşünülmesi gereken uyku metaforları üzerine yoğunlaşıyor. İki sergi de beni çok heyecanlandırıyor. Heyecanım kendi işimle ilgili değil. Birlikte olduğum insanlar ve projeler heyecanlandırıyor beni.

EY: Teşekkürler

FÇ: Ben teşekkür ederim.

 

Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu