Özge Topçu ile Röportaj

Henüz 4 sene önce İstanbul’da eğitimini tamamlamış genç bir sanatçısınız. Sadece 4 yıl içinde, biri kişisel olmak üzere toplamda 20 sergide yer alacak kadar tanınmayı nasıl başardınız?

Siz bu soruyu sorana kadar kendimi 40 yıl önce mezun olmuş gibi hissediyordum! Muhtemelen yanıt şu ki, henüz sanat eğitimi almaya başlamadan önce de bu şekilde yaşıyor ve hissediyordum. ‘Sanat eğitimi almak’ bana uygulamalı deneyimler kazandırmanın yanında sanatçı olarak vizyonumu netleştirmemi sağladı. Ancak insanın, zihninde kavramsal ve kendine özgü deneylerle sanatı için pratik yapmadığı takdirde sadece akademik süreçlere bel bağlamanın yeterli olmayacağına inanıyorum.

İkinci sebep ise, sanat eğitimime başlamadan önce doğa bilimleri ve matematik alanında lisans eğitimimi tamamlamış olmamla bağlantılı olarak, çalışma alanımı değiştirir değiştirmez, diğer öğrencilere göre sanat alanına kendimi daha profesyonel bir şekilde adamış olmamdır diye düşünüyorum. Oldukça çok üretim yaptım ve disiplinler arası bir düşünce tarzına ulaşmak için elimden geldiğince çok farklı medyayı bilimsel bir yöntemle deneyimlemeye çalıştım ve bunu yapmamın çok faydasını gördüm! Ayrıca, hiçbir açık çağrıyı kaçırmamak için çaba harcadım ve işlerim sanat profesyonelleri ile entelektüeller tarafından hayal bile edemeyeceğim kadar çok ilgi gördü.

Az önce bahsettiğiniz medya hakkında, kendinizi ifade etmek için çeşitli medyaları kullanmak sizin için ne anlama geliyor ve sanatçı olarak kendinize çizdiğiniz yolda hangi medyayı kullanacağınızı nasıl seçiyorsunuz?

Sanırım bu durum, bir ressam ya da heykeltıraş olmanın standart tanımına uymaya çalışmaktan ziyade bir şeyi hangi bakış açısından en kapsamlı şekilde ifade edebileceğime odaklanmamdan kaynaklanıyor. Kendimi aklımdaki ve dışarıdaki kavramlar arasında bir haberci gibi hissediyorum. Oldukça şaşırtıcı bir şekilde, çoğu zaman, medya doğal olarak ortaya çıkıyor! Yaratım sürecindeyken çeşitli medyaları kullanarak eskizler çiziyorum ve bir noktada, bir medya tipi, fikri aktarmak ve işi en iyi şekilde sunmak için ön plana çıkıyor.

Oluşturduğunuz evrende, ilk bakışta dikkati çeken, yapılar ile kentçi ve mimari bir yaklaşımla yarattığınız mantıklı bağ oluyor, inşa süreciyle ilişkinizi açıklayabilir misiniz? Peyzajın geçirdiği bu metamorfozun sizi endişelendirdiğini söyleyebilir miyiz?

İnsanlığın tanığı oldukları için bazı yapı tiplerine daha yakın hissettiğim ve bu tanıklara sanatımda çok değer verdiğim doğrudur. Fakat aynı zamanda, mimari yapıların insanlığın geleceğini inşa etme sürecine katılıyor olmalarının da etkisi var. Tek bir alanda, aynı zamanda farklı varlıkların kanıtıdırlar. Bu açıdan, çalışmalarımda uygarlık öncesi konum ile bir arkeolog gibi de hissediyorum.

Medeniyetlerin ve insanların değişimlerine tanıklık eden biri olarak, bu beni endişelendirmekten ziyade şaşırtan ve hayranlık uyandıran bir şey. Bu metamorfozları, kendi medeniyetimizin simgesel yapılarını yaratmak için mirasımızı kontrol etme yönünde kabul edilmesi gereken manevi bir meydan okuma olarak görüyorum. Elbette, değişikliklerin eski yerlerin hafızalarının yok edilmesi yerine, yeni yerlerde görünmesini tercih ederdim. Bununla birlikte, eğer başkentler gibi yerlere odaklanırsak, medeniyet bu şehirlerin etrafında ya da içinde bulunan metamorfozu geliştirir, nadiren yeni bir yerde gelişirler. Fakat modernizmden bahsedersek, bu hareket genellikle, önceki hatıralardan yola çıkmaz, hiçbir mirası yok etmez ve kültürel kalıntılardan yeşeremez; onun yerine yeni yerler oluşturur. Bu yüzden, günümüzde peyzajların inşası ve yeniden inşasını olabildiğince objektif, siyasi olmayan bir bakış açısı ile elimden geldiğince iyi bir şekilde göstermeye çalışıyorum.

Doğa ile mekan arasındaki bağı göstermek için sıklıkla birbirine zıt malzemeleri kullanıyorsunuz; bir yandan cam, ahşap, metal, hazır yapım veya beton gibi hammaddeler, diğer yandan ise kırılgan kağıdın yumuşaklığı, üzerine kalem ile çizim ve frotaj. Sanatınızın hem organik hem de endüstriyel özellikleri taşımasını nasıl açıklıyorsunuz?

Bu materyalleri insan yaratıcılığının arkeolojik tanıkları olarak görüyorum. Şehir benim arkeolojik keşif alanım. Hazır ve yapılandırılmış nesnelerden veya daha önce yaratılmış veya farklı bir alanda kullanışmış hammaddelerden, alternatif bir varoluş üretmek hoşuma gidiyor. Ama aynı zamanda, materyalleri, dokularını hissederek, medyalarını birbirine aktararak, kısacası, onlarla oynayarak ve tüm olası üretimleri araştırarak deneyimlemek istiyorum. İşlevselliklerine ya da işlevsel olmayan absürtlüklerine meydan okumayı seviyorum çünkü benim için gerçek kurgusal dünya ile oyuncu kurgusal dünya arasında hiçbir fark yok.

Artık sizi daha iyi tanıdığımıza göre, artnivo platformunda bulabileceğimiz resimlere odaklanmak istiyorum. Resimleriniz neredeyse tek renkli, sadece beyazları mavi tonları ile kullanmak sizin için ne anlama geliyor?

Mavi, yüceliği simgeleyen gökyüzünün rengidir. Ayrıca beyaz, maviye yapısal yüzeylerin en minimal formu ile eşlik ediyor. Daha pratik yönden düşünürsek, beyaz, aynı zamanda kağıdın ve de mimari çizimin standart rengidir. Neredeyse şeffaf peyzajlar yaratmama imkan veriyor.

Özellikle, “Mutlak Köşe” serisinde, katlanan kağıdı aynı boyutlarda 7 kez göstermeye karar verdiniz, böyle bir devamlılığın amacı neydi?

Bu yedi resim, yedi kez ikiye katlanan bir kağıt görüntüsünü temsil ediyor. Yedi, bir kağıdı ikiye katlarken mutlak sayıdır… Kağıdı yedi kattan fazla katlama imkanı yoktur ve bu deneyim köşeleri kağıttaki mutlak sayıya dönüştürür: iki boyutlu köşeler, yaratılış teorilerinin birinde varoluşun ikiliğini ya da Derrida’nın çözümlemesindeki gibi bir tür soyut “farklılık” yaratır…

Benzer şekilde, bir harfi bir figür ile ilişkilendiren A4 serisinde, aynı yaklaşımla, bir kağıdın dayanabileceği şekilleri vurguladınız. Aynı obje üzerinde dönüşüm fikri sizin için ne yönden önemli veya şiirsel?

Kağıt bilgi çağının önemli medyasıdır. Amacım bu çağın gerçekliğini bir yanılsama olarak göstermekti. Kağıt yapraklarından bazı modeller ve eskizler yarattım ve onları yine bir yapı görüntüsüne dönüştürdüm. Bazı şekiller halihazırda zarflar, origami uçaklar ve bazı işlevsel paketler olarak şekillendirilmişti. Ayrıca bu şekillerin A4 boyutlu kağıt, C6 ebatlı zarf veya B2 model savaş uçağı gibi özel isimler vardı. Eserleri bu şekilde isimlendirerek, endüstriyel bilgi çağının numaralandırma sistemini yansıtmak da istedim.

Yerleştirmelerinizi heykellerinizle karşılaştırdığımızda, ilki çoğu zaman hazır yapım ya da betondan üretilirken, ikincisi Mandalalar serinizdeki gibi vernikli grafitten oluşuyor, bu malzeme seçimini nasıl açıklıyorsunuz?

işlerimi oluşturmak için sıra dışı materyaller kullanırsam kendimi daha özgür hissediyorum. Eski çağlardan deneysel malzemeler kullansam bile kendimi daha üretken ve yenilikçi hissediyorum. Muhtemelen, bu durum sanayi sonrası dönemde büyümüş olmamdan kaynaklanıyor. Bu döneme hizmet eden okullarda okudum, bu dönemin insanları tarafından beğenilmeye çalıştım. Her sefer tamamen yeni bir şey üretmeye çalışıyorum ama sonunda her zaman ürettiğimin çoktan var olduğunu fark ediyorum. Bu bir döngü, dünya, çağlar, sistemler… Ayrıca, iki boyutlu bir şey yaparsam, her zaman üç boyutlu bir süreçten yola çıkmaya çalışırım. Örneğin, rögar kapağının frotajı, üçüncü boyutu yüzeylerde ikinci boyuta çevirmeye çalışmaktadır. Bu tarz bir deneyim beni çok heyecanlandırdı. Bunun nedenini henüz bilmiyorum, ama sanırım sebep, evrenin yanılsamasını gösteren ve kanıtlayan geometri ve topolojiye olan ilgim.

Ayrıca, daire isimlerinden yapılmış “Sahip Çıkmaya Gelince Yoksunuz” isimli yerleştirmenizde, İstanbul’daki konutlaşma ile ilgili bir şeyi mi kınamak istiyorsunuz yoksa hayatımızın her alanının rasyonelleştirilmesini mi? 

Bu çalışmada, ana tabelalarda Türkçe olarak: “Sahip Çıkmaya Gelince Yoksunuz” yazıyor. Bu cümleyi bana Ermeni bir geleneksel tabelacı söylemişti. Etnik kimliğine karşı halkın genel tavırlarını kınamak istemişti. Bu çalışmada gördüğünüz gibi, cam tabelalar üzerinde çeşitli tipolojiler var. Bunlar aynı zamanda kentsel dönüşüm ile yıkılma sürecinde olan binaların adları. Aynı zamanda, kentsel özellikler, geleneksel altın tabela el sanatlarının yerini almakta, ülkedeki farklı etnik grupların yok olmasına sebep olmaktaydı. Sonuç olarak, tabelacının cümlesi bana pek çok yönden çok daha anlamlı gelmeye başladı.

Artık Lizbon’da yaşıyorsunuz, ancak farkettim ki çoğu zaman seyahat ediyorsunuz. Yakın dönemde gerçekleşecek yeni bir serginiz veya projeniz bulunuyor mu acaba?

Evet, 7 Temmuz’da gerçekleşecek olan London Art Night 2018’in katılımcılarından biriyim. Şu anda, Lambeth Walk etrafındaki alanı özel yerleştirmelerle geliştiriyoruz.
Bunun yanı sıra, sanatçı kitabımı İstanbul’da yayınlıyorum ve kitap hakkında Salt Galata’da gerçekleşecek herkese açık bir konuşma hazırlıyorum. Ayrıca, önümüzdeki yıl yeni kişisel sergimi gerçekleştireceğim. Finansmanı olan büyük bir prodüksiyondan çıkacak ve pek çok farklı alanda sergilenecek. Bu konuda gerçekten heyecanlıyım ve gerçekleşmesini dört gözle bekliyorum.

 

Röportaj: Manon Grodner

Çeviri: Verda Sigura

Mayıs 2018