Spot Üretim Fonu, 21-27 Nisan tarihleri arasında Domates Biber Patlıcan 3’ün etkinliklerine ev sahipliği yapacak. Platformun bu sene “Tipik Bir Orta Saha Mücadelesi Şeklinde Geçen Karşılaşma” teması altında sunacağı beş performanstan biri, Onur Karaoğlu’nun yeni işi Mark Raso. 24 ve 27 Nisan tarihlerinde fonun katkı sağladığı yeni bir üretim olarak Alt’ta seyircilerle buluşacak. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki sosyoloji eğitiminin ardından Columbia Üniversitesi’nde tiyatro yönetmenliği alanında yüksek lisans yapan Karaoğlu, 2014’te üç sanatçı ile beraber kurduğu KÖŞE isimli performans mekanını yönetti. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nin direktörü olarak çalışan ve 2013 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi’nde performans üzerine ders vermekte olan Onur Karaoğlu’yla yeni performansı Mark Raso üzerine konuştuk.
Alper Turan: Öncelikle Mark Raso’nun nasıl oluştuğundan bahseder misin?
Onur Karaoğlu: Kasım ayında, Zeynep Öz bana Domates Biber Patlıcan’ın bu sene kapsamını genişletmeyi amaçladığını, içinde daha çok üretim için fon sağladıkları performans işlerinin de olmasını istediğini söyledi ve bir iş yapmamı teklif etti. Ben de fiziksel olarak performansı bir spor icat etmek üzerine kurmak istedim. O da bu fikri sevdi, sonrasında hikaye de kafamda şekillendi. Bir karakter var ve hikaye o karakterin bir baskıya, toplumsal bir haksızlığa maruz kalması karşısında varoluşunu ona göre şekillendirmesiyle alakalı. Hikaye bir tepki olarak veya hikayenin sonucu olarak, haksızlığı veya hikayedeki gerilimi düşünerek bunu tekrar tekrar üretebilecek bir spor oyununun performansa dönüşmesini önerdim. Ve Mart ayında provalara başladık, yaklaşık altı haftadır iki sporcuyla beraber haftada altı gün antrenman yapmaya başladık.
A.T: Peki hikayeyi oluştururken nasıl bir dünya kurdun? Hikayenin ortaya çıkışı nasıl oldu?
O.K: Bir haksızlık karşısında fiziksel olarak insanın savunmaya geçtiğini ve böylece fiziksel bir organizasyonun, bir çevikliğin oluştuğunu hep düşünüyordum. Bu bir savunma içgüdüsü. Ve seni içine sokmaya zorlayan koşulun bir nevi tekrar edilebilen fiziksel bir pratik yoluyla bir anlam oluşturabileceğini ve kuralları olan bir oyuna dönüştüğünde ilginç olabileceğini düşünüyordum. 1960’ların sonunda İstanbul’dan geçen hippiler, 60’lardaki gençlerinin kazandığı özgürleşme ivmesinin bir parçası olarak, bir takım önyargılarıyla boğuşan bir toplumla karşılaşmasını görmek istedim. İş buna kısaca değiniyor ve detaylı bir portre çizmeyi amaçlamıyor ama o dönemin hippi dalgasının İstanbul’daki yansımasını merak ediyordum. Hikayeyi de biraz 60’lar Amerika’sında ve Türkiye’sinde gay olmanın veya bugün Türkiye’de gay olmanın birbirinden başka şeyler olması üzerinden kurdum. Ve bu durumların fiziksel koşullarını görmek için de bu sporları icat etmek istedim. Sosyal aktivizm yapmaya çalışmıyorum. Hikaye tamamen kurmaca bu arada. Maruz kaldığın zorbalıkla baş etmek için kendini nasıl organize edebilirsin, bunu o dönemde nasıl yapabilirdin veya başka toplumlarda nasıl yapabilirsin; bunun üzerine kafa yormak ilginç geliyordu hep ve bu sporların bunları ölçmek için bir araç olup olamayacağını denemek istedim. Sonuçlarını ben de çok bilmiyorum, bu bir tiyatro oyunu değil veya mesaj vermeye çalışan bir iş değil; daha çok bir takım deneyler yaparak, sorular sorarak olasılıkları araştırma yolu. Altı hafta boyunca kurduğumuz dünyada anlatıyı bir deneyim üzerine kurduk daha çok. Önce on beş dakikalık bir süre var ve orada bir hikaye anlatılıyor. Bu hikaye sporların antrenman kısmının bir parçası ve hikayeyi oyuncuların spor öncesinde içilen bir ant, bir ritüel gibi görüp, sporların içine sokabilecekleri anlatısal tarafı olarak düşünmeleri önemliydi. Ardından icat edilen üç spor arka arkaya oynanıyor ve bu sporlar Mark Raso adlı karakterin İstanbul’da, 1969 baharında geçirdiği iki haftalık bir sürede yaşadıkları hikayeden esinleniyor.
A.T: Spor oyunları arka planını bilmediğimiz sadece skoru takip ettiğimiz bir şey; belki de ilk defa hikayesi olan bir spor müsabakası izleyeceğiz; bu bana ilginç geliyor.
O.K: Bana ilginç gelen de öyle bir şey, bence hayatta her şey bir performans olabilme potansiyeline sahip ama onu nasıl yapılandırdığın önemli. Ben bir spor müsabakası izlerken onun arkasında belki bir hikaye vardır demeyi veya onun çıktığı yeri ve onun nasıl geliştiğini düşünmeyi seviyorum. Bu performansta hikaye sporları yapmamızı sağlıyor evet ama bu icat edilen sporlar hikaye bilinmeden de yapılabilir. Ama bizim merak ettiğimiz bu hikayeyi bilmek sporları nasıl değiştirir ya da o sporları yapabilmek için hikayeyle özdeşlik kurmak gerekiyor mu?
A.T: Biliyorum ki performansın müsabaka kısmı her seferinde farlı bir yere gidebilir; çünkü müsabakalar gerçekten sahnede gerçekleşiyor, sonuçları belli değil ve yazılı bir metne bağlı değil. Bu işin performatif tarafı mı? Tiyatro kökenli bir yönetmen olarak bu işi bir tiyatro oyunu değil bir performans yapan şeyin ne olduğunu düşünüyorsun?
O.K: Burada da bir hikaye var ama tiyatroda hikaye anlatma biçimi çok daha bizim klasik hikaye anlama/anlatma organizasyonumuza uygun; giriş, gelişme ve sonuç var, bunu istersen bozabilirsin ama yine de bu düzlemde ilerliyor. Bunu bir performans yapan şey, ortada bir deneyim var ve bu deneyim daha komplike bir şekilde kurallarla tasarlanmış. Bir spor müsabakasına gittiğinde orada karşımıza ilişki kurabileceğimiz karakterler çıkmasını, bu karakterlerin belli aşamalardan geçip bir sonuca ulaşmasını beklemiyoruz; spor bir deneyim izlemek. Birini destekleyerek ve desteklenen taraf üzerin bir katarsise ulaşmak. Performansı tiyatrodan ayıran daha çok kelimelerle anlatamayacağın ya da algısal organizasyonunu çok net anlayamayacağın bir deneyim yaşamak. Bu oyuncular için bazen çok zorlayıcı olabiliyor. İş öyle bir yere geliyor ki fiziksel bir koreografiyi, bildikleri bir şeyi tekrarlamıyorlar; ortada bir mücadele var ve bu mücadelenin bir noktasında kendilerini çaresiz hissediyorlar. Ellerinde kalan da bu çaresizlik oluyor. Yarın antrenman yaparken ne olacağını da bilmiyoruz. Oyuncuların karşılaştıkları şey çok gerçek ve beklenmedik; biz de bunu işin bir parçası haline getiriyoruz ve bu durum işi tiyatrodan ayırıyor. Süreç boyunca iyi veya kötü hissettikleri şey üzerinden bu süreci çalıştırmaya çalışıyoruz.
A.T: Antrenmanlar nasıl geçiyor?
O.K: Ben onlardan rahatsız olabilecekleri bir yere gitmelerini istiyorum ve bunu daha fazla istedikçe gerçekten “challenge” edilecekler. Bu herkesin kolaylıkla yapabilecekleri veya kaldırabilecekleri bir şey değil, biraz cesaret, inanç ve ikna istiyor. Hikaye anlatma kısmında oyuncular oyunculuk eğitiminde aldıkları şeyi kullanıyorlar ama sonra kırk beş dakika boyunca ne Cemre ne Berk hayatlarında kendilerini böyle bir şey yapmaya hazırladılar. Projenin doğası konusunda bana iyi hissettiren şey de bu.
A.T: Sahnede veya sahada iki oyuncu var, izleyici müsabakaları izlerken Mark Raso’nun kendiyle mücadelesini mi izliyor olacak?
O.K: Performansın anlatı kısmında iki oyuncu da hikayeyi Mark Raso ağzından, spordan önce içilen bir ant gibi anlatıyor. Bir şekilde birinci ağızdan konuşarak buna kendilerini inandırıyorlar çünkü bu sporları yapanların kendilerini pozisyonlandıracağı yer haksızlığa uğramış Mark Raso’nun hikayesindeki aşamaları kendi başlarından geçirip, o durumlarla karşılaştıklarında daha güçlü olabilecekleri bir alan. Mark Raso, Mark Raso’yla yarışmıyor aslında yani herkes kendi içindeki Mark Raso’yu daha güçlü hale getirmeye çalışıyor.
A.T: Peki oyuncuları veya sporcuları bir kadın ve bir erkek olarak belirlemen aslında bu zorbalık durumunu ya da sosyal adaletsizliği cinsiyet gözetmeden herkesin hissettiği bir vaka olarak yansıtman anlamına mı geliyor?
O.K: Cinsiyetsiz olmaları önemli ama sonuçta hikayenin sunduğu koşulu anlayabiliyor olmak ve o koşullar altında kaldığında yapıyor olmak esas. Bir kere sporda kadın erkek ayrımından hiç hoşlanmıyorum, bu bana büyük bir ayrımcılık gibi geliyor. Sporun çok daha geniş bir eşitlik alanı olması vaadi benim için çok daha doğru. Benim için bu performans, daha toplumsal bir yerden baktığında her türlü eşitliğin olduğu bir spor hayal etmek.
A.T: Sporda asıl ilgi kaybeden ve kazanan taraftır; izleyiciler bu performansta kazananı ve kaybedeni görmeyi mi bekleyecekler yoksa asıl odaklandığımız aradaki rekabet ve arkasındaki motivasyon mu?
O.K: Her ikisi de aslında. Bir mücadeleyi izlerken sonucun ne olacağını merak ediyorsun; bu ilginç bir psikoloji ama sonucun neyle alakalı olduğunu düşündüğün zaman mücadeleyi başka türlü düşünme fikri bana ilginç geliyor. Sonuçta burada kaybeden yine Mark olacak kazanan yine Mark olacak. Adalet mi, centilmenlik mi, fiziksel üstünlük mü, karşındakine bile bile yenilmek mi; bunlar özünde güzel sorular olarak geliyor. Bu soruları bu şekilde formülize etmek de bu işin ayaklarından biri.