Bilal Hakan Karakaya ile Görünmez Kentler

Röportaj ve Fotoğraf Kredisi: Buket Bal

Son yıllarda ürettiği çalışmalarında, distopik sayılabilecek kentlerin; yatay ve dikeylerde gelişen, homojen olmayan temellere oturan ve boşlukta duran tasvirlerini izlediğimiz; bir yandan günümüz kent insanının gerek doğayla, gerek kentle veya kendisiyle kurduğu ilişkileri ”mutsuz kentlerin içine gizlenmiş ve sürekli biçim alıp, yitip giden mutlu kentler imgesi” aracılığıyla sorgulayan ”Görünmez Kentler” Bilal Hakan Karakaya’nın eski ve yeni işlerinden oluşan oldukça geniş bir seçkiyi izleyiciye sunuyor.
Anna Laudel Galeri’de 21 Mayıs tarihine kadar izlenebilecek olan sergi özelinde kent yapısı ve sosyolojisi aracılığıyla sanatçının üretim pratikleri ve sonraki projeleri hakkında konuştuk.

Bilal Hakan Karakaya

Buket Bal: Kentte olmak ve kentli olmak üzerine epey kafa yorduğumuz şu günlerde ”Görünmez Kentler” serginiz izleyiciye bu konuda fikir verebilecek ve yeni düşünce kanalları da açacak bir temaya sahip. Bu sergi nasıl ortaya çıktı?

Bilal Hakan Karakaya: Tek başına bir fikirle oluşmuş bir sergi değil Görünmez Kentler, bir sürecin akabinde ilerlemiş ve oluşmuş bir sergi. Ben zaten üretiyordum ve bir önceki sergim Alem-i Mülk de kent ve kent sosyolojisi, insan yaşamı ve yaşam süreçlerimizle ilgili bir yapıya sahipti. Pandemi ve beraberinde gelen yaşantıyla beraber, sergi fikrim şu an devam eden Görünmez Kentler‘e doğru kaydı. Aslında kentlerin oluşumu içerisindeki bizlerin varlığı ve bizden geriye kalacak olanlarla ilgili bir takım soruların sorulduğu, irdelendiği bir sergi.

Serginiz ismini Italo Calvino’nun aynı isimli kitabı Görünmez Kentler’den alıyor. Bu kitap Calvino’nun Marco Polo’nun ağzından Kubilay Han’a anlattığı kurmaca kentlerden oluşan ve Calvino’nun kent tasvirlerinde de oldukça önemli mimari uygulamalara sahip Osmanlı, Roma, Endülüs gibi toplumları referans aldığı çok önemli bir anlatı. Serginin ve sizin kentlerinizin Calvino ile olan bağlantısı nasıl başlıyor?

Calvino’yla buradaki bağlantım aslında, kitaptan ziyade Calvino’nun kentlerin oluşumuyla ilgili kaygılarını ifade ettiği bir cümleyle başlıyor. “Bugün kent kavramı bizim için ne anlama geliyor? Onları kent olarak yaşamanın gittikçe zorlaştığı şu günlerde! Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve görünmez kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. Metropollerin tamamını bloke ederek zincirleme zararlar doğurabilecek, büyük teknolojik sistemlerin çekiciliğinden konuşulduğu kadar , doğal ortamın yıkımından da aynı süreklilikte konuşuluyor… Günümüzün en büyük problemi küresel iklim değişikliğidir. Bunun en büyük tetikleyicisi de bize güvenli yaşam alanları sunduğuna inandığımız büyük kentlerdir.”

Bilal Hakan Karakaya

Bu sergiyle ilgili de aslında kitapta Calvino’nun ilk kenti olan Diomira beni çok etkiledi ve Diomira’nın kubbeli yapısı, bende biraz inanç ve gücün sembolünün bir yansıması olarak zuhur etti.  Sonraki süreçte kitaptaki diğer kentler ile ilgili yeni yapı ve biçimler oluşturmayı düşünmekteyim.

Sergide kullandığınız teknikler ve malzemeler neredeyse her kentte farklılaşıyor. Bu da hem eserin hem de kentin malzemeyle de bir bütün olarak anlam bulmasını sağlıyor. Sizin ve tasvir ettiğiniz kentlerin malzemeyle olan ilişkisi nedir?

Kullandığım teknikler arasında cyanotype baskılar var; bunlar siyanürle oluşturduğum bir kimyasalı kağıda sürdükten sonra negatiflerimi de ışıkla pozlayıp oluşturduğum bir yöntem. Aslında bir çeşit fotoğraf baskısı fakat en ilkel baskı yöntemlerinden de birisi. Buradaki eskizlerin çoğu dijital olarak oluşturduğum formlar ve bunlar bu sergide üç boyutlu hale de gelmiş durumdalar. Alüminyumla, bronzla ve taşla, bronzu ve allüminyumu bağladığım bir takım heykel kurgularım da söz konusu, bronz eserlerimde renklendirmelerse ısılı bir işlem sonucu gerçekleşiyor.
Kentlerin altında bulunanlar; volkanik küfler. Küfleri kullanmamın sebebi, yaşamın ve doğanın tüm enerjisinin çekildiği yapılara sahiplerdir. Yaşam alanı oluşturuyoruz mantığında olan kentlerin hepsi aslında asıl çevremizi bir şekilde sömürüyor; bütün enerjiyi, madeni ,suyu, doğayı her şeyi kendine çekerek bize bir yaşam alanı oluşturma kaygısıyla yapılmış yapılar. Ama ne kadar gerçek bir yaşam alanı? işte o soruyu da biraz kendi içinde düşünmek ve sorgulamak gerekiyor.

Dünyanın farklı yerlerinde Calvino’nun kentlerinden yola çıkılarak kurgulanmış pek çok sergi yapıldı, fakat bildiğim kadarıyla heykel sergisi olmadı, sergi özelinde konuşacak olursak bu durum sergi fikrinizi oluşum sürecinde bir noktada etkiledi mi?

İllüstrasyon ve resimler var fakat heykel disiplininde üretilen bir eserle karşılaşmadım, bu beni, bu fikri kullanmak konusunda da biraz cesaretlendirdi çünkü ”Neden ve Nasıl?” sorusu vardı kafamda; birçok ressama, mimara ilham vermiş bir yapı bir heykeltraşın elinden nasıl çıkar? Fakat tekrar eklemek isterim ki; kitaba bağlılığım kitabın ilk kenti olan Diomira’nın zihnimde belirmesiyle ilişkili oldu.

Sergide eski ve yeni üretimlerinizden oluşan önemli bir seçkiyi görüyoruz ve bu seçki hem herkesin içinde olduğu ortak problemleri sorgulayan hem de bu problemlerin kaygılarını da taşıyan bir zeminde şekillenmiş ve farklı evrelere de sahip. Üretim sürecinizde bu evreler nasıl veya hangi sırayla ilerliyor?

Ben biraz belli spontanelere inanan biriyim ve hareket ettiği, ürettiği bazlarda başka evre ve soluklara gidebilen bir yapım var. Üretim biçimlerinin sonu yok; bu sergide yeni yaptığım ufak parçalar var. Boyutlar küçülmeye başladı, eserlerimin boyutları çeşitleniyor. Bu üretim çeşitliliği aslında içimde var olan ve üretimlerimi başka soluklara taşımaya karşı duyduğum heyecanla da ilgili. Bu sergide ağırlıkta metaller kullandım ve bir sonraki sergim için ahşap malzeme düşünüyorum. Bu konuda bazı denemelerim var fakat isteğim onları daha da geliştirip sunmak, bu anlamda değişime açık bir enerjim var.

“Kriz noktasına” yaklaştığımız kent yaşamının, kentliye vaadettikleri günden güne azalırken bir yandan da modern kent insanı gittikçe yalnızlaşıyor. Sergide boşlukta duran, dikey ve yatay yönlerde gelişen, homojen temellere oturmayan kentler görüyoruz ve her biri kendi uzamında seçilen malzemeyle bütünleşmiş durumda. Malzeme seçiminiz günümüzde devam eden çarpık ve insanı yalnızlaştırmaya odaklı kentleşme fikrine bir gönderme olarak algılanabilir mi?

İlk olarak kullandığım malzemenin ağırlığı çok, teknik olarak; klasik olan bronz döküm teknikleri de var onun yanında alüminyum da söz konusu. Alüminyum da çok uzun yıllardır kullandığım bir malzeme ve şöyle bir avantajı var; kullandığım alüminyum aslında geri dönüştürülmüş malzeme, bunu biraz daha çevreci bir yaklaşım olarak görüyorum. Yüzdeyüz sıfır atıkla hareket etmiyoruz ama normalde bu sergide kullandığım alümniyum malzeme endüstriyel anlamda kendi işlevini yitirmiş malzemelerden oluşuyor. Bu bir jant kapağı da olabilir, bir mobilya parçası veya bir profil de olabilir, onun eritilerek başka bir forma dönüştürüldüğü ve kullanıldığı bir hali söz konusu bu sergide.

Bilal Hakan Karakaya

İkincil olarak kullandığım malzeme gri ve soğuk oluşuyla bu zamana ait geliyor. Pandemi döneminde şehirden bir çekilme söz konusuydu ve yaşamın çekildiği, soluklaştığı bir dönemdi. Çünkü bi kenti renklendirden oradaki yaşamdır, bir şekilde yaşam çekilince orada da soluklaşmalar başlıyor. Modern kentlerin de en büyük problemleri hep aynı tonda grilerle hareket etmeleri ne yazık ki.

”Çok büyük kentlerin yaşadığı kriz doğanın yaşadığı krizin diğer yüzüdür.” der Calvino. Buradan yola çıkarsak metropollerin var olması; bir yandan da doğanın tüketilmesi; insan eliyle, insanın ait olduğu esas yaşam alanlarının da sömürülmesi anlamına geliyor. Serginizde mercansı ve organik formlar mevcut. Sergideki bu formlar doğa ve insan arasındaki ilişkide nasıl bir fikirle konumlandılar?

Deniz altına bir gönderme olarak ürettiğim mercansı formlar var sergide. Bir örnekle açıklayacak olursam; dünyanın en büyük sıkıntısı su, su çok kıymetli fakat sonsuz bir kaynak değil ve sahip çıkmamız gereken en önemli kaynakların başında geliyor. Fakat çok hoyratça davranıyoruz. Çünkü tüketen bir yaşam formuyuz ve hakkımızdan fazlasını tüketmeyi de kendimize hak biliyoruz. Bunun yanında su altı ormanları dediğimiz mercanları da tüketiyoruz; aslında mercanların en önemli yanı su altının ormanları ve beraberinde bizlerin de oksijen kaynaklarımız olmaları. Mercanların olmayışı doğanın dengesinin de bozulmasına sebep oluyor. Ayrıca suyun altına baktığınızda, birçok yaşama ev sahipliği yapan su altının kentleri ve ormanları olarak görüyorum. Su altında belli ışıklarda rengarenk görünen mercanlar sudan çıkarıldığında kirecimsi yapılara dönüşürler; grileşip, yaşamsal renklerini kaybederler. Mevcut bir hissiyatla hareket ediyorum ve bir şeyleri korumak için elimden geldiğince hassasiyet gösteriyorum. Çünkü kendi yaşamıma değer veriyorum ve sahip olduğumuz yaşamın olabildiğince korunmasını istiyorum.

Bilal Hakan Karakaya

Kentler oluşumlarına baktığımızda geçmiş ve geleceğin bir araya gelerek oluştuğu, yaşayan ve daha önce yaşamış toplumların hafızasıyla, hatıralarıyla şekillenen merkezlerdir. Fakat kentlerde yaşamanın gittikçe zorlaştığı şu günlerde kentlerin katmanlı yapısıyla, bu minvalde konuşulması gereken güncel kent politikalarına değinmek istiyorum. Güncel kent yaşamı ve kentsel dönüşüm politikaları hakkında düşüncelerniz nedir? Kent hafızasını koruyabiliyor muyuz?

Kentler katmanlardan oluşan bir yapıya sahip, yeni oluşan bir yapı olduğu zaman zaten oldukça yapay kalıyor. Yeni yapılan plazalara baktığımızda hiçbir yaşam hissiyatı söz konusu olmayan sadece bloklardan ibaret yapılar olarak görüyorum. Ama asıl kent yaşamına baktığınızda bunların tamamının katmanlarını görüyorsunuz. İstanbul gibi bir kentte yaşıyoruz; örneğin tarihi Yarımada’ya, Üsküdar’a, Karaköy’e gittiğinizde belli yapılar göze çarpar. Bir Roma kemeriyle de, Osmanlı çeşmesiyle de veya yeni nesil şehirle de karşılaşabilirsiniz. Katmanlar arası seyahat edebiliyoruz; tarihi kent yapısı bu anlamda önemli. Bizde doğa da kentler de çok zengin, katman katman; deştikte, altlara indikçe birçok şeyle karşılaşıyorsunuz. Ama bizler uygun olmayan restorasyon, kentsel dönüşüm ve rant politikalarıyla mevcut kent hafızasını koruyamıyoruz.

Artık yaşadığımız modern kentlerden; kentin sahip olduğundan fazlası talep ediliyor ve bu nedenle bir noktada kent insanların istek ve ihtiyaçlarına cevap veremez hale geliyor. Bence hayatlarımız için temelde sorun yaratan durum da bu. Kent ve insan arasıdna böyle iletişimsizlik de var.

Özellikle yaşadığımız bu kent için bir insan sirkülasyonu her zaman var, binlerce yıldır bir göç yolu burası. İnsanlar istekli bir şekilde buradan göç ettikleri zaman bir sorun yok ama bazı şeylere zorlanıyorsak; bu savaş olabilir, ekonomik veya başka nedenler olabilir bununla susturuluyorsak o zaman sorun başlıyor. Mesela kentsel dönüşüm adı altında birçok insan yersizleştirilmiştir bu şehirde; onlarca göbektir mevcut yaşantılarını koruyan insanların bile bağlı bulundukları noktaları terketmek zorunda bırakıldıklarını biliyoruz. En yakın örnekler olarak; Tarlabaşı, Fikirtepe, Sulukule..

Son olarak Görünmez Kentler’in ardından bizleri bekleyen projeleriniz var mı?

Üretimim organik bir şekilde devam etmektedir. Geçmişten gelen üretimlerimi yeni düşünce, form ve sunumlarla gerçekleştirmeyi planlıyorum.