Röportaj & Fotoğraflar: Buket Bal
Ülkemizin ilk ve en önemli plastik sanatlar müzesi olan İstanbul Resim Heykel Müzesi’ne Lale Akıncı ve Cengiz Akıncı çifti tarafından Cumhuriyetimizin 100. yılına ithafen bağışlanan ve bünyesinde 700 eser barındıran koleksiyonun ilk sergisi ”Artı 700” oldukça önemli bir seçkiyi izleyiciye sunuyor. İRHM’nin koleksiyonuna sağladığı katkının yanı sıra kültür ve sanat tarihimiz için oldukça önemli bir kaynak oluşturan bu koleksiyonun ilk sergisinde; Halil Paşa, İbrahim Çallı, Sami Yetik, Hüseyin Gezer, Zeki Kocamemi, Ali Avni Çelebi, Hale Asaf, Zühtü Müridoğlu, Léopold Lévy, Nuri İyem, İsmail Hakkı Oygar, Aliye Berger, Avni Arbaş, Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Burhan Uygur, Naile Akıncı, Eşref Üren, Neş’e Erdok, Tiraje Dikmen, Cemal Tollu, Cevat Dereli, Nedim Günsür, Elif Naci, Ercüment Kalmık, Eren Eyüboğlu, Neşet Günal, Şükriye Dikmen, Ferruh Başağa, Utku Varlık, Turan Erol gibi öncü isimlerin eserlerini görmek mümkün.
2 Eylül tarihinde ziyarete açılan serginin küratörlüğünü Dr. Ali Kayaalp, koleksiyon danışmanlığını ise Doç. Dr. Ebru Nalan Sülün üstleniyor. Ağırlıklı olarak Cumhuriyet döneminin 1930 ila 60’lı yılları arasına odaklanan “Artı 700” bütünüyle ele alındığında ise başlıklar altında gruplanan eserler hem kronoloji hem de tarzları itibariyle Cumhuriyet dönemi Türk resim sanatına ilişkin genel bir sanat tarihi okumasına da olanak sağlıyor.
Kültürel miras niteliğindeki bu koleksiyonun bu denli büyük bir bağışla halka arz edilmesi toplumsal belleğimizde kıymetli bir edinirken ve hatta bir ilki oluştururken, “Artı 700” özelinde koleksiyoner olmak, nitelikli koleksiyon ve özel koleksiyonların toplumsal hafızayla olan ilişkisi ve kültür/sanat tarihimize kattıkları üzerine de konuştuk.
“Artı 700” 31 Ekim tarihine kadar İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde ziyaret edilebilir.
Buket Bal: Artı700, Lale ve Cengiz Akıncı’nın yıllar içerisinde oluşturdukları koleksiyonun çok özel parçalarından oluşan oldukça önemli bir koleksiyon sergisi. Bu koleksiyonun müzeye bağışlanma ve bir sergiye dönüşme süreci nasıl başladı ve devam etti?
Ebru Nalan Sülün: Bu bağış, Cumhuriyet’in 100. yılına ithafen, Cumhuriyet’le yaşıt bir ressam olan Naile Akıncı’nın oğlu Cengiz Akıncı ve Lale Akıncı tarafından gerçekleştirildi. Cengiz Akıncı ve Lale Akıncı çifti, varisleri olmadığı için koleksiyonlarını Atatürk’ün kurduğu İstanbul Resim Heykel Müzesi’ne (İRHM) kazandırmak ve bu yolla geleceğe bir miras bırakmak istediler. Aynı zamanda Naile Hanım’ın bir taraftan genç kızları çok desteklediğini biliyoruz. Bu sene itibariyle de Lale-Cengiz Akıncı tarafından “Naile Akıncı Sanat Ödülü ve Yüksek Lisans Bursu” verilmeye başlanması çok önemli. Naile Hanım’ın yaşarken verdiği destek, vefatının ardından adıyla yaşayarak devam edecek.
Ali Kayaalp: Pek çok koleksiyon, mütevazı bir teşebbüs olarak başlar. Bazıları yıllar geçtikçe, sahibinin ummadığı bir cesamete erişir; o koleksiyonun kamuya açılması gündeme gelir. Bir katalog hazırlatabilir, bir sergi düzenleyebilir veya kendi müzenizi kurabilirsiniz. Fakat bu koleksiyonu bir kuruma bağışlamak da bir seçenektir. Lale-Cengiz Akıncı çifti, koleksiyonlarını İstanbul Resim-Heykel Müzesi’ne (İRHM) bağışladılar. Müzeyi seçmelerinin çeşitli sebepleri bulunuyor; burayla bir gönül bağları var. Anneleri, ressamımız Naile Akıncı, Müze’de çalışmamıştı ama burayı yakından tanır ve bilirdi; zira Müze’yi idare edenler ve burada çalışanlar Akademililer idi. Bunlardan bazıları Naile Hanım’ın hocaları, bazılarıysa sınıf arkadaşlarıydı. Ayrıca tanınmış bir avukat olan Cengiz Akıncı, uzun süreler boyunca Müze’nin hukuk danışmanlığı vazifesini üstlenmiştir, Müze’yi yakından tanır. Bir sebep daha var, o da en az duygusal bağlar kadar önemli: İRHM, ciddi ve güvenilir bir kurum. Yeniden açılmasının üzerinden sadece iki sene geçmesine rağmen, koleksiyon sergisinin haricinde pek çok süreli sergi düzenlendi burada. Hepsi de iddialı sergilerdi. Lale-Cengiz Akıncı çifti, Müze’nin böyle bir koleksiyonu ciddiyetle değerlendireceğini biliyorlardı. Bu bağış için onlara ve üniversitemiz rektörü Prof. Dr. Handan İnci ile müzemiz müdürü Hasan Karakaya’ya teşekkür etmeliyiz. Bu birikimin bir sergiye dönüşme sürecinde bize Doç. Dr. Ebru Nalan Sülün de katıldı. Kendisi Lale-Cengiz Akıncı çiftinin sanat danışmanı ve koleksiyonu çok iyi biliyor. Onun desteği ve yardımlarıyla bu sergiyi rahat bir şekilde hazırladık. Müze’nin personelini, özellikle de burada yarı-zamanlı olarak çalışan öğrencilerimizi de unutmak istemiyorum. Onların emeği çok fazla.
Sergiye dönüşme sürecine gelince… Bu koleksiyonun hikâyesini farklı kişilerden duymuştum. Bağışın gerçekleşme arifesinde önce Akıncı çiftinin evine, sonra da depolarına, resimleri görmeye gittik. Resimlerin bolluğu ve güzelliği şaşırtıcıydı: Zeki Kocamemi, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Léopold Lévy, Tiraje, Şükriye Dikmen, Orhan Peker, Eşref Üren, Naile Akıncı’nın hiç bilmediğim işleri, ayrıca çok sayıda natürmort, soyut resimler… Seramikleri gördükten sonra sergilerin sayısı ikiye katlandı. Hasan Bey ile çok sıcak bir Mayıs akşamı, Müze’de oturup envanteri inceleyişimizi hatırlıyorum. Başlangıçta seçme konusunda çekingen davranıyorduk, ancak kimseyi de dışarıda bırakmak istemiyorduk. Bir baktık sergiye çıkan eser sayısı 160’a yaklaşmış.
B.B.: Serginin Türk resmindeki farklı dönemleri temsil eden eserlerden oluştuğunu görüyoruz. Peyzaj ve natürmortlar, figüratif ve soyut eserler, baskı resimler ile değişik teknikleri bir araya getiren desenler, heykel, seramik ve cam eserlerden oluşan kapsamlı ve çok yönlü bir sergiyle karşılaşıyoruz. Koleksiyondan yaptığınız bu seçki Türk plastik sanatına ilişkin bize neler anlatıyor?
A.K.: 1880’lerin başlarından bir Halil Paşa desenini saymazsak, bu Cumhuriyet dönemi sanatını yansıtan bir seçki. Ağırlık noktasında peyzajlarla natürmortlar var. Cumhuriyet döneminin de bilhassa 1930’larla 1960’lar arasındaki devresinde yoğunlaşıyor. Hareketli bir dönemdir bu: Türk ressamları, modern olgusu üzerine düşünmüşler, onu aramışlar ve erişmeye yönelik deneyler yapmışlardır. Bu seçki, bahsettiğim süreci görülebilir kılıyor. Soyut mesela, 1950’lerle birlikte Türk resminde önem kazanıyor ama tek bir soyut yok: Akademi’deki soyut var, bir de Paris’teki Türk sanatçıların anladığı soyut var. Her ikisi hakkında da fikir edinmeye olanak veren bir sergi bu.
Resmimizin daha az bilinen isimleri de bu seçkide kendine yer buldu; onları yeniden hatırlamaya iyi bir vesile olacak Artı 700. Örneğin Celal Tutant, bugün pek hatırlanmıyor ama Akademili olmayan iyi bir ressamdır. Bir zamanlar daha fazla bilinen Celal Uzel ve Muhtar Aykın da bu ressamlardandır. Geometrik soyutlama, Adnan Çoker’le anılıyor, oysa Abdurrahman Öztoprak ismini de hatırlamak gerekir. Sanat tarihi genellikle ‘büyük isimler’ üzerinden yazılır, ‘büyük isimler’ ve ‘büyük dönemler’ in tarihi olarak yazılır. Oysa kriterler bunlardan farklı şeyler olmalı artık. İki asra yaklaşan bir hikâyeyi neden sadece ‘dev’ lerin hikâyesi olarak anlatalım? Şükriye Dikmen unutulmuş bir ressam değildir ama sanat kanonunda genellikle naif resimler yapan bir sanatçı olarak değerlendirilir. Oysa şaşırtıcı bir ressam ve besbelli dikkate değer bir kişi. Onunla ilgili hikâyeleri, özellikle Akademi’den dönem arkadaşı olan Fethi Kayaalp’ten çok dinledim. Türkiye’de son yıllarda sanatçı kadınların katkısını önemseyen pek çok çalışma yapıldı, keşke Şükriye Dikmen hakkında da yeni bir çalışma yapılsa. Nurullah Berk’in çalışmasının üzerinden seneler geçti.
B.B.: Kütlesel bir mekanda Türk resminin farklı; ağırlıklı olarak 1930 sonrası dönemlerini izleme imkanı bulduğumuz, Artı700 sergisini kurgularken nelere dikkat ettiniz?
A.K.: Müze’nin geçici sergi salonu oldukça büyüktür. Buraya yerleşmek bizi uğraştırdı. Kaç defa kurguladığımız planları tamamen değiştirip yenilerini yaptık fakat sonunda ortaya çıkan, içimize sinen bir yerleşim oldu. Sergide beş bölüm var: peyzaj, yağlıboya harici tekniklere ayrılmış bir bölüm, natürmort, figür ve soyut seksiyonu. Peyzaj, serginin en can alıcı kısmı. Bu kısımda, ufak boyutlu resimlerin yerleştirildiği bölüme dikkat çekmek isterim: boyutlar küçük, ancak o resimlere bakmak insana haz veriyor. Küçük boyutlu resim, Türkiye’de makbul bir resim türü değil: az detay içeriyor, bu yüzden anlattığı hikâyeyi görmesi zor, ayrıca piyasada en yüksek bedellerle satılan resimler, büyük boyutlu resimlerdir. Oysa ufak boyutlu resimler, insanı kendisine daha dikkatle bakmaya yöneltir, resimdeki hikâye kendini sizin üzerinize atmaz, siz onu okumaya uğraşırsınız. Ufak boyutlu peyzajlar ise temaşaya, manzara üzerine düşünmeye davet eder. Ayrıca ufak bir yüzeye çalışmak zordur, bu resimlerin ressamlarının ustalığını takdir etmek gerekir. O bölüm, ziyaretçilere ufak boyutlu manzara resimlerinin lezzetine varmayı ilham eder diye umuyorum. Dikkatinizi çekmiştir, peyzaj duvarından dışarı doğru fırlayan bir duvar var. Bir yüzünde Naile Akıncı’nın, Fransa’da ödül almış iki resmi ve hemen yanında Kocamemi’nin iki yüzünde de resim olan bir tuvalini barındırıyor. Geçici sergi alanının böyle bir duvarı yoktu, bunu oraya eklemek Hasan Bey’in fikriydi. Müze müdürü olarak, mekânı çok iyi tanıyor ve gerektiğinde onu nasıl dönüştürülebileceğini iyi biliyor. “Bu akış nasıl devam edecek?” diye düşünürken, “şuradan bir duvar uzatırız, bunun iki yüzüne resimleri asarız; Kocamemi’nin iki yüzünü birden sergileyeceğimiz resmi için düşüneceğimiz camlı bir düzenek de şurada başlar” diyen oydu. Karışık teknikle icra edilmiş işlerin olduğu duvarda sulu boya, kara kalem, baskı resim gibi yağlı boya harici yöntemlerin ürünü olan resimler var. Burası, serginin en çok ilgi çeken bölümlerinden birisi. Zeki Faik İzer’in, Naile Akıncı’nın, Aliye Berger’in, Fethi Kayaalp’in, Özer Kabaş’ın, Mustafa Aslıer’ın işleri çok ilgi çekiyor. Bu duvarı natürmort, portre ve figür, nihayetinde de soyut seksiyonu izliyor.
B.B.: Bağışlanan yedi yüz eserin halka arz edilen yüz altmış üçüne ek olarak, kalan eserlerin sergilenebilmesi için ikinci belki üçüncü bir sergi daha gerçekleşecek mi?
E.N.S.: Koleksiyonun kendi içerisinde barındırdığı farklı paydalarda, bütünlenen bir sanat tarihi yazımı mevcut. Bu bağlamda “Artı 700” bizlere bir resim sanatı tarihi sundu. Bu sunumda “Peyzajdan Desene”, “Desenden Natürmorta”, “Natürmorttan Figüre”, “Figürden Soyuta” bölüm başlıkları halinde bir sanat tarihi okuması yapılabilmekte. İkinci sergide de oldukça önemli bir seçki sunulması planlanmakta. Koleksiyonda yer alan üç boyutlu eserler ve bu eserleri üreten sanatçıların “desen” çalışmaları bir arada sergilenecek. Aynı sanat tarihsel okuma koleksiyonda yer alan seramik-heykel eserler için de yapılabilmekte. Bu da oldukça önemli bir karşılaştırmalı analiz olacak. Üç boyutlu seramik-heykel sanatçılarının çizimlerini birlikte değerlendirme şansını elde edeceğiz.
A.K.: Koleksiyonun üç boyutlu işler kısmı güçlü. Seramik ve heykellerden bir sergi yapmayı düşünüyoruz. Bu kısımda neler var neler. Vedat Ar, Atilla Galatalı, Tülin Ayta, Alev Ebüzziya, Saim Bugay, Zühtü Müritoğlu gibi isimlerin yanında Çanakkale seramikleri var, çeşm-i bülbüller var. İkinci sergi çok ilginç bir sergi olacak, buna şüphe yok. Gerisi şimdilik sürpriz olsun.
B.B.: Lale ve Cengiz Akıncı çiftinin İstanbul Resim Heykel Müzesi’ne bağışladıkları bu koleksiyonun müzenin kendi koleksiyonlarında bulunan eserlerle de çok kuvvetli bağlara sahip olduğunu görüyoruz. Koleksiyonun, müzeyle kendiliğinden kurduğu bu natürel ilişkiye bakacak olursak sizin bu konuda düşünceleriniz nelerdir? Sizce bu koleksiyon başka bir müzede de sergilenebilir miydi?
A.K.: Bu çok ilginç bir soru. Bu bağışla İRHM kadar örtüşen başka bir kurum açıkçası aklıma gelmiyor. Koleksiyon, pek çok açıdan Türk sanatının küçük çaplı bir özeti sayılabilir. Akademi’nin ve Müze’nin bu sanatın hikâyesinde ne kadar belirleyici bir yeri olduğu herkesçe biliniyor. Bu bakımdan, bu koleksiyonun burada olması, yerini bulmak veya yerine oturmak bakımından önem taşıyor. Bu koleksiyon, tam anlamıyla modern bir koleksiyondur – o bakımdan İRHM’ye girişi olağan sayılmalı. Zira İRHM, İstanbul’un başlıca modern sanat müzesi. Ayrıca koleksiyon, Müze’nin kalıcı koleksiyonunu kurgulayan Prof. Dr. Burcu Pelvanoğlu ile Doç. Dr. Ayşe H. Köksal’ın kürasyonunu tamamlıyor; onun kurgusuna atıflarda bulunuyor ve bütünlüyor. Müze’yle bu bakımdan da uzlaşan bir koleksiyon bu.
E.N.S.: Koleksiyonun barındırdığı sanat tarihi ile müzenin koleksiyonu arasında uyumlu bir tarihsel bütünlük mevcut. Bu durum koleksiyonun bilinçli bir kurgu ile geliştirildiğinin de kanıtı. Koleksiyonda belli kronolojiler kapsamında farklı resim türlerini izleyebiliyoruz. Koleksiyon elbette farklı müze ve sergi mekânlarında sergilenebilir. Fakat; sergilendiği müzenin koleksiyonu ile bu denli uyum içerisinde olabileceğini düşünmüyorum. Bize bu tarih aralığını tüm zenginliği ile sunabilen tek müzemiz: İstanbul Resim Heykel Müzesi.
B.B.: Yıllar içerisinde, büyük bir emekle oluşturulan Lale ve Cengiz Akıncı çiftinin bu koleksiyonu özelinde genel bir soru sormak istiyorum. Sanat eseri koleksiyonerliği, muhafaza ettiği eserlerin güncel ve geçmiş değerlerini göz önünde bulundurduğumuzda, kültür tarihimizin beslenebileceği bir kaynak olma sorumluluğu taşır mı sizce?
A.K.: Koleksiyonları bir bilgi nesnesi olarak değerlendirebiliriz. Koleksiyoner, sanat tarihçisi ve eleştirmen birlikte çalışabilir, böylece ortaya kültür tarihine katkıda bulunacak nitelikte sergiler ve yayınlar çıkar. Bunların örnekleri bir dönem Fransa’da yaygındı. Koleksiyonerler ile sanat tarihçilerinin birlikte çalışmasının sonucunda çok güzel kitaplar hazırlandı. Unutmayalım ki özel koleksiyonların geçmişi, müzenin geçmişinden eskiye gidiyor. Sanat nesnesi veya etnografik nesne toplama işi müzelerden önce koleksiyonerlerce gerçekleştiriliyordu. Louvre gibi kamusal müze olgusunun erken tarihli bir örneğini 1793’te hayata geçirenler, 1789’un devrimcileriydi; ancak müzedeki resimlerin dörtte üçü, devirdikleri Bourbon monarşisinin kraliyet koleksiyonundan alınmıştı. Türkiye’de eskiden nefis hat levhaları, yazma eserler, tespihler toplayan kişiler vardı. Eski kuşaktan olan ve geleneksel ahlakın da etkisiyle, bu nadide nesneleri sergileme konusunda hayli çekingen davranan kişilerdi bunlar. Şimdi giderek artan ölçüde, koleksiyonlar kamuya açılıyor: sergiler düzenleniyor, kitaplar hazırlanıyor, bağışlara tanık oluyoruz.
E.N.S.: Elbette taşır. Edinilen her koleksiyon önemli bir hafıza kaydı niteliğinde. Özellikle bilinçli alımlarla edinilen koleksiyonlar “Artı 700” örneğinde de izlediğimiz üzere; bize koleksiyoner tarafından oluşturulmuş bir kültür-sanat tarihi kaydı sunmakta.
B.B.: Artı700 Türk sanatının mihenk taşı sayılan sanatçıların eserlerinin izlenebilir olmasını sağlamasının yanı sıra koleksiyonerin perspektifinden bakacak olursak nitelikli bir koleksiyon oluşturabilmek adına da önemli bir söyleve sahip. Bir koleksiyonu nitelikli kılan nedir?
A.K.: Bu zor bir soru. Koleksiyoncun temel kaygıları nelerdir? Estetik beğeni, tarih merakı, sahip olma arzusu, prestij ve statü isteği… Başka belirleyici etmenler de var. Geçtiğimiz senelerde, bir koleksiyonerle sohbet ederken, bu sohbetin katılımcılarından birisi ortaya “insan neden toplar?” diye sordu. Her koleksiyoner, bu işe başlarken kendine bunu soruyordur sanırım. Ancak kesin bir yanıtı olduğunu da sanmıyorum. Çünkü isteriz, sahip olmak isteriz. Sahip olma arzusunu merak, bilgi ve beğeniyle destekleyince ortaya nitelikli bir koleksiyon çıkabilir. Bir Afrika maskını, Baccarat kristalini veya Lalique’in cam heykelini işlevi için almayız: onda bizi çeken başka bir şey vardır. Bu, yukarıda bahsettiğim unsurların birleşimiyle anlaşılır.
B.B.: Ağırlıklı olarak Akademili sanatçıların eserlerini izlediğimiz Artı700’ün Türkiye’nin sanat eğitimi anlamında öncül okullarından biri olan günümüzdeki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin tarihsel sürecinden bize aktardıkları nelerdir?
A.K.: Sergiye şöyle bir bakış, bize şunu gösterecektir: bu, Akademililerin ağırlıkta olduğu bir sergi. Elbette Akademili olmayan ressamlar da var, ancak ağırlık Akademililerde. Akademi ve Müze’nin tarihi daima iç içe olmuş, bu da geçmişte pek çok sorun yaratmıştır. Ayşe H. Köksal’ın Resim ve Heykel Müzesi: Bir Varoluş Öyküsü kitabında bu ilişkiyi belirleyen gerilim mükemmelen anlatılıyor. Sergi de bu ilişkinin izlerini taşıyor. Akademi’de farklı dönemlerde verilen eğitim hakkında bilgi edinmek mümkün sergiyi gezerek.
B.B.: Bir koleksiyona dahil edilen eser talep eden herkes tarafından görülebilme imkanına ne yazık ki sahip olamıyor. Bu noktada özel bir koleksiyona giren eser artık koleksiyon sahibinin isteği doğrultusunda yeniden sergilenebiliyor. Koleksiyon sergilerinin organize edilmesi ve koleksiyonların doğru kurumlara bağışlanması bu anlamda çok önemli. Bu tür bağışlar ve koleksiyon sergileri hepimizin bir parçası olduğu kültür-sanat alanına ve toplumsal tarihimize ne tür bir fayda sağlar? Özel koleksiyonların sergilenmesi ne derece önemlidir?
E.N.S.: Koleksiyonlar bana göre “pandora kutusu” gibi. Aralıklarla sergilenerek kamuya sunulmaları sanat tarihi bağlamında da büyük önem taşımakta. Bu eserlerin izleyenler tarafından izlenmesi, görülmesi, değerlendirilmesi, yazılması adeta bir tarih kaydı niteliğinde. Özellikle sanat tarihi yazımı adına. Biz sanat tarihçiler görebildiğimiz eserler ya da yazılmış/ kayıt altına alınmış eserler üzerinden bir sanat tarihi yazımı yapmaktayız. Örneğin; daha önce meslektaşlarımla izlediğimiz bir koleksiyon sergisinde İbrahim Çallı’ya ait bir “nü” eseri gördüğümüzde çok şaşırmıştık. Eserin üslubu oldukça farklı ve alışılmışın dışında idi. Koleksiyonların görünürlüğünü sağlamak kesinlikle her daim önemli ve gerekli. Hatta ben farklı koleksiyonların farklı küratöryel kurgularla sergilenerek çapraz okumalar sağlanmasını da gerekli buluyorum.
A.K.: Prestij ve statü edinme isteği ağır basınca, ortaya çıkan birikimin bir koleksiyon olacağını hiç sanmıyorum. Korkunç fiyatlara satın alınmış, kitsch işlerden oluşan koleksiyonlar var. Sahipleri için gurur kaynağı olabilirler ama öyle koleksiyonlar sergilenmese de olur. Haklı olarak da şu soru sorulabilir: nasıl koleksiyonlar sergilenmeli? Ben tıpkı bir sanat tarihçisi gibi çalışan koleksiyoncular tanıdım. Sanat nesnesinin peşine düştüğü sırada onu çevreleyen bilginin de izini sürüyor. Mesela Tophane’deki eski bir depoya gidiyor, tasnif edilmemiş yüzlerce mektup arasından eski yazıyla kaleme alınmış spesifik bir mektubu saatlerce arayabiliyor veya Balat’ta harapça bir lokalde eskinin yorgunca bir müzayedecisini buluyor; onun ağzından bir resimle ilgili ufak ama önemli bir hikâyeyi almaya çalışıyor. Daha neler neler… Cengiz Akıncı böyle koleksiyoncuların iyi bir örneği. Annesi Naile Akıncı’nın aracılığıyla pek çok sanatçıyı yakından tanımış, pek çoğuyla da kendi gayretiyle ahbaplık kurmuş. Bana anlattığı öyle hikâyeler var ki, sanat tarihinin yazılmamış hikâyeleri arasında yer alacak kadar ilginç detaylar içeriyor. Böyle koleksiyoncular, koleksiyonu sadece pahalı nesnelerin birikimi olmanın ötesine taşıyorlar. Onu sergilemeye karar verip hele bir de kitabını hazırlamaya girişirlerse daha da iyi oluyor. Koleksiyon, üzerinde düşünülen ve düşünme mesaisinin belgelendiği somut bir nitelik kazanıyor. Böylesi koleksiyonlar bana çok ilgi çekici geliyor, bunlardan türetilen sergileri merakla bekliyorum. Koleksiyonerin toplama hevesinde kendine özgü bir yöntem varsa, onun kişisel bir tutkusuyla birleşen bu koleksiyonun hikâyesi daha da ilginç bir nitelik kazanıyor: koleksiyonu ve onu şekillendiren kişiyi birlikte tanıyoruz. İyi bir arşiv çalışması oluyor.