31.08.2016 – 25.10.2016
Küratör: Ali Gazi
Jean Baudrillard 1990 tarihli “Kötülüğün Şeffaflığı” adlı uzun denemesinde özellikle işlevselleştirdiği “trans” kavramıyla, gündelik hayatın gerçekliğine katkıda bulunan gelişme, ilerleme ve kendini koruma ilkelerinin, yok oluşun ve ölme halinin sürekliliğine dönüştüğünü gösterir. Bunu, 2. Dünya Savaşı sonrası “refah toplumu” ve “x kuşağı” bağlamlarını da aşarak şekillenen ve içinde yaşadığımız zamanın bir tür başlangıcı, özeti hatta referansı olarak okuyabilmemiz mümkün. Buna karşılık bugün terazinin karşı kefesinde “bireysellik” söylemiyle yalnızlaşmış; artık ancak seyirci, hatta etkisiz eleman olabilen öznenin, gerçekliğin giderek yitirildiği, trans-ekonomi, trans-politika, trans-estetik vb. öğelerle kurulu bir kuşatma altında yaşadığını ve “öteki” olanı da yitirmeye başladığını söyleyebiliriz. Ufukta ne şekilleniyor henüz bilemiyoruz.
Öte yandan Modernizmin en yaygın kurumsal dinlerinden birisi diyebileceğimiz psikolojiye göre insan çözülmesi olanaklı bir muammadır. Psikoloji bu bilmeceyi davranış ve zihinsel süreçlerimizin altında yatan nedenleri ortaya koyarak yapmaya çalışır. Bu nedenler “trans” çağda sanal bir simülasyona dönüşen hayatlarımızdan kaynaklı olsa da…
Plasebo ise psikoloji ile tıbbi anlayışın kesiştiği yerde ön plana çıkan bir durumdur. Hayat karşısında psikolojik anlamda olduğu kadar biyolojik sorunlar da yaşayabilen “özne”yi yine kendisinde bulunan “isteme gücüyle” iyileştirmeye çalışan tartışmalı bir anlayış.
Gerçekliğin parça parça yitimi karşısında sanatın durum tespitine, yüzleşme niyetlerimize temsili katkısı, imkanlı bir plasebo ufku açabilir. Sanat bu anlamda her tür “öteki”ne bakma, konu etme, tartışma ve önerme refleksine sahiptir.
Seçkide yer alan Arda Diben’in “İsimsiz” eseri, yüzeyi tıka basa girift halde dolduran yapısıyla, parçalanmış bir perspektif içinde şekilleniyor. Sanatçının diğer eserleriyle dil birliği içindeki bu yapı bize son dönemde günlük hayatın kendisi haline gelen durmaksızın inşa, dijital bağımlılık ve imge bombardımanının altında adeta “distopik” hale evrilmiş şehir manzaralarını veriyor. Her şeyin işlevi ve dolayısıyla anlamını yitirdiği bu derin çizimlerde, soğuk, keskin, kendini tekrar eden oluşum, gözün-bakışın tanımladığı yeni bir imgeye açılıyor.
Ekin Su Koç ise çalışmalarında genelde modern hayata göndermeler yapan ve izleyiciyi soru sormaya yönelten katmanlı yapılar kuruyor. “Bil Bakalım Ben Kimim” adlı büyük boy eser, yağlıboyanın yanı sıra kolajın imkanlarını da yüzeye taşıyarak, varoluş, bireysellik ve kimlik kavramları etrafında şekillenen temsiliyeti, teknik olarak da yetkin bir arayışla sergiler. Dış dinamiklerle sürekli parçalanırken, basit bütünlükler arayan, histerik pozdaki günümüz bireyine bakarız. Aynı şekilde “Kayıp Çift” adlı küçük kolaj eski bir fotoğrafı tuvalde tekrar işlevlendirirken, yitirilen hatta feda edilen şeyleri getirir akla.
Gamze Zorlu ise “Bölümler” adlı büyük boy yağlıboya eserinde bir parçası olduğumuz ve tarihte kurduğumuz uygarlıkla birlikte giderek uzaklaştığımız doğa ile şehrin karşıtlığını işliyor. Varoluşumuzu karakterleyen bu ana mesele tuval yüzeyinin parçalanıp bölümlere ayrılmasıyla ele alınmış. Bir bütünü parça parça adeta puzzle gibi sunan bakışın, yer yer doğa ve şehirin sınırlarını belirsizleştiren yapısı, klasik kompozisyon kurgusunu yıkarak izleyiciye esere çoklu noktalardan katılma imkanı veriyor. Bu alternatif noktalarda özelden genele tüm karşıtlıkların birleştiği bir döngüye kapılıyoruz.
Daha çok fotoğraf işleriyle tanıdığımız Can Mocan “Çöl#3” adlı kolaj eserinde insanlık durumumuza dair abartılı, altın sarısı kağıt bir çerçeve içinde şekillenen kişisel perspektifinden yaptığı sorgulamayla katılıyor. Çöl manzarasına yerleştirilmiş ve moda dergilerinden fırlamış insan vücuduyla belirginleştirilmiş figür, hayvan kafatasıyla kimliğini yitirmiş halde ele alınıyor. Literatürde yalnızlık ve arayışla özdeşleşmiş çöl imgesi, kuşatılmış ve yalıtılmış halimizin de mecrasına dönüşüyor böylece.
Emirhan Eren’in “İsimsiz” dört adet seri suluboya çalışmaları ilk bakışta soyut lekelerle oluşmuş “Rorschach testi” estetiğini anımsatır. Fakat simetrik olarak tasarlanmış ve rastgeleliği dışlayan bu yapılar izleyiciye çoklu çağrışıma açık görsel bir alfabeden ulaşıyorlar. Doğada ve çevremizde gördüğümüz tüm yapıları, şehri ve mimariyi oluşturan tüm unsurları, kısaca her şeyi biçimden anlama doğru sorgulayarak tanımlama imkanına sahip bir imge diliyle karşılaşıyoruz.
Ali Gazi