Canan ile Röportaj

Arter’de 12 Eylül – 18 Şubat tarihleri ​​arasında, üç kademede sahnelenen ve 1998’den 2017’ye kadar olan çalışmalarınızı kapsayan “Kaf Dağı’nın Ardında” başlıklı bir sergiye imza attınız. Bu tür bir kişisel sergi fikri nasıl oluştu? 

Şaşırtıcı bir şekilde, bu sergide çok farklı dinamikler vardı. Aslına bakarsanız, bu sergiden bana açılmasından tam bir yıl önce bahsedilmişti. Yaratım sürecimde, sezgisel olduğum söylenebilir, bu sebeple tüm sergi tasarımını bu sezgisel süreç ile düşünmeye başladım, hatta sergiye en sezgisel ünlem olan “Ah” ismini vermiştim. Ancak tüm bu sanat eserlerini gözden geçirirken, “Ah”ın istemeyeceğim sonsuz anlama çekilebileceğini farketmeme yol açan travmatik bir süreçten geçmekteydim. Örneğin, bu ünlemle neşe, acı, şaşkınlık, aldanma, merhamet gibi duyguları yaşayabilirsiniz ve sergi için kapsamlı bir rehber oluşturmak istedim. Bu süreçte, birçok sanat eseri hayali bir ruh hali içinde ortaya çıkmaya başladı, öyle ki 7 tanesi bu sergi için seçilmiş olan eski eserlerimden bazılarını yakalıyorlardı. Bu arada, öncelikle, insanlar olarak, manevi değişim açısından çok değişkenlik göstermediğimizi şaşkınlıkla fark ettim. Yirmi yıl önceki işlerimin fiziksel, duygusal ve bilinçaltı ruh halime halen uyduğunu görmek gerçekten şaşırtıcıydı. Bunu bahsettiğim sezgisel süreçte anladım. Yine de, seçilen yedi eski sanat eseri, tüm yeni üretim büyük sanat eserleri ile karşılaştırıldığında küçük boyutluydu, bu yüzden bu bir retrospektif ya da eserlerin yarı yarıya bir araya getirilmesi değil, sadece eski işlerim tarafından aynı sanatsal bakış açısı ile tamamlanabilecek bir sergi. 

 

Tüm bu gelişmelerle birlikte, sergi, İslam kaynaklı rüyalar, peri masalları ve mitolojinin benim için çok önemli bir anlam kazandığı destansı ve efsanevi bir anlatı diline dönüştü. Bunu, yaşamımız boyunca deneyimlediğimiz kollektif bilinçaltının bir yansıması olarak görmeye başladım; örneğin, Varlık hakkındaki tüm bu ontolojik sorular ile. En derin anlamıyla kendimizi arayış yolculuğumuzu yaratan “Kaf Dağı”nı ben böyle yorumladım. Ardından, sanat eserlerini bir bütün olarak ortaya koyan oldukça sezgisel bir sunum oluşturdum. 

 

Sergi, aynı zamanda videolar, heykeller, yerleştirmeler, fotoğraflar, minyatürler ve kağıt üzeri gravürler kullanarak oldukça kişisel bir evren yaratıyor. Bütün bu medya, evreninizin çeşitliliğini gösteriyor, ancak yine de tutarlı bir dünya sergileme yetinizi geliştiriyor. Bu bağlamda, üretim sürecinizde bu kadar çok çeşitli medyanın kullanımını nasıl açıklarsınız?

 

Sanırım, yukarıda da söylediğim gibi, sanatsal yaratım sürecimde mümkün olduğunca sezgisel davranmaya çalışıyorum. Bu yüzden, kendimi çağdaş ya da geleneksel bir sanatçı olarak tanımlamak istemiyorum, ya da kendimi bir medya ile sınırlamak. Ben en tarafsız anlamıyla bir sanatçıyım ve bu yüzden medyayı sadece alternatif araçlar olarak kullanıyorum. Bu açıdan, kendimi ihtiyacım olan tüm diğer medya aracılığıyla ifade edebilecekken, kullandığım medya üzerinden tanımlamak zorunda olduğum bir durumla karşı karşıya kalsaydım kendimi rahat hissetmezdim, örneğin sadece “heykeltıraş” veya “ressam” olarak. 

 

Bazen, bir medya tekniğine tam olarak hakim olmadığım ancak bunu bir sanat eserinde kullanmak istediğim durumlarda, bana yardımcı olabilecek birini arar, aklımdakini detaylı olarak anlatırım ve herşey yine de yolunda gider. Örneğin Arter sergisinin birinci katındaki elde dikilmiş “Hayvan Krallığı” yerleştirmesi. Sezgilerime tam olarak güvenirim ve yaratım sürecinde kendimi asla dizginlemem. Bence bu sebeple bu kadar çok medya bir arada kullanılıyor, ancak yine de hepsi benim sanatsal evrenimi aynı şekilde ifade ediyor. 

 

Bu serginin kendiniz veya sanatsal yaklaşımınızla ilgili bir şeyler öğrenmenizi sağladığını düşünüyor musunuz? 

 

Aslına bakarsanız, bu sergiyi sanatsal olgunluğumda ileri bir adım olarak tanımlayabileceğimi düşünüyorum. Öncelikle, ilk büyük kişisel sergimdi ve şimdiye kadar daha çok grup sergilerini deneyimlemiştim. Belki de ilk bakışta aptalca görünebilir, ama aslında, halk ile her zamankinden fazla biraraya gelme ve onlar tarafından işlerimle anlaşılma şansım oldu. İlk defa izleyiciyle bu kadar temas kurma, işlerimin onlarda uyandırdığı duygu ve düşünceleri alma şansım oldu; bu durum gelecekteki entelektüel süreçlerim için çok değerli bir katkı sağladı. Gelecekteki işler için bana birçok fikir verdiler ve onlara nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Bu, gerçekleştirdiğim sanat eserleri, izleyicilerin bu eserlerle ilgili duyguları ve sorularına karşın kafamdaki cevaplar arasında bir diyalogdu. 

 

Sonrasında, daha önce de söylediğim gibi, insanın önceki zihinsel durumlarından öğrenebileceğini de fark ettim. Burada, on yıl öncesine ait eserleri incelediğimde, bana halen kendim hakkındaki bazı ipuçlarını ve bilgiler verebildiler. Bu yüzden, hem kendimin, hem de kolektif bilinç düzeylerini ifade ederek gelecekteki sanat çalışmalarımda da sezgilerimi takip edeceğimi düşünüyorum. 

 

Bu sergide, dikkat çeken temalardan biri annelikten idi, ayrıca kadın figürleri yoğunluktaydı. Ruhani ve ontolojik kavramları ele alırken bu seçimi yapmış olmanızı nasıl açıklarsınız? 

 

Az çok, Beden meselesini işlemeye çalıştığımı düşünüyorum; ancak sadece onu genelde indirgediğimiz fiziksel obje olarak değil. Beden sadece fiziksel anlamda değil, konu duygularımızı göstermek olduğunda da önem taşıyor. Bu bağlamda, cinsiyet veya zinsel organlar bir ayrım yapmak için uygun bir kriter değiller. Örneğin, bu sergideki işlerimin çoğunda, “Kibele”, “Cennet” ve “Araf” işlerimde olduğu gibi, bazı hermafrodit ve transseksüel karakterleri göstererek, toplumda cinsel anlamda en çok kabul gören kadınlık ve erkeklik kavramlarını değiştirdim. Ve de tamamen eşit olan iki enerjiyi ifade etmek için bazı rastgele kavramlar kullandım. Örneğin beyinde, hız ve hayatta kalma içgüdüleri ve farkındalık yönleriyle sol beyin erkek taraf iken, duygusal yetileriyle sağ beyin dişi taraftır denilebilir. 

 

Bunun doğru ya da yanlış olması önemli değil, kadınlıktan bahsedilirken bazı bağnaz ifadeler hala ortaya çıkıyor. En dikkat çeken örneklerden biri hamilelik konusu, işte Kibele figürü bu yönden anlam kazanıyor. Doğu toplumlarında ve de Türkiye’de, hamile kadınlar cinselliğin utancı ve bunun kadının bir suçu olduğu algısı ile tanımlanıyorlar. Ve tüm bu ifadeler aklımız ve vücudumuz üzerinde çok fazla baskı yaratıyor. Örneğin Batı toplumlarında, kadın bedeni, genellikle, oryantal kadınların erotik bedenleri üzerinden Oryantalist harekette de görülebileceği gibi, bir zevk nesnesi olarak aşırı cinselleştirilmiş ve idealleştirilmiştir. Ama öte yandan, insanlar hala kadın cinselliğini suçluyor ve işi hamileliği bir utanç ve aşağılanma sebebi olarak tanımlayacak noktaya kadar getiriyorlar. 

 

Kadınlar ve bedenleri tamamen şizofren perspektifler içine hapsedilmiştir. Fakat maneviyat açısından baktığımızda, elbette kadın bedeni en güçlü yetenek olan doğurganlığa sahiptir. Ve Kibele’nin figürü, kadın bedeni ile ilgili bu eğilimleri özetlemektedir: güç ve duyguların yanında arzu ve doğurganlık. Benzer şekilde, “Çeşme”, bu sözde karşıtlık perspektiflerini özetlemeye çalışmıştır. Çoğu zaman insanlar, emziren kadın bedenini cinsellikten uzak bir algıya oturtmuşlardır, bir anda arzuları olmayan bir kadının bedeni haline gelmişcesine. Bu işler aracılığıyla, insanların arzuyu doğurganlıktan ayırmasını durdurmak ve kadınlığı bir bütün olarak, bazen de çelişkili bir süreç halinde ele almak istedim. 

 

Serginin adı, “Kaf Dağı’nın Ardında” ve bu ad; Rumi, Feridüddin Attar veya el-Kazvini de dahil olmak üzere, tümü Kaf Dağı, Cinler, Cennet ve Cehennem hakkındaki sorgulamalara dair önemli ipuçları veren İslâm kozmolojisine atıfta bulunuyor. Tüm bu mitolojik anlatılarla ilişkinizi ve Kaf Dağı ile ilgili kişisel vizyonunuzu açıklar mısınız? 

 

Kaf Dağı’nın mitolojileri, İnsanlık hakkında evrensel, zamansız ve sınırsız hikayeler anlatıyor. Günlük yaşamımızda, hayat deneyimlerimizde, her zaman tepelere tırmanmanın ve dağın zirvesine ulaşmanın metaforu vardır. Ama her zaman erişilemeyen bir dağ gibi görünür. Kaf Dağı İslam mitolojisi bize tam tersini söylüyor. Kendimiz ve aklımız için erişilmez olan dağın kendisi değil, aklımızda dağ ile ilgili yarattığımız düşünce. Kaf Dağı’nın Türkçe versiyonlarından biri, aynı şekilde ilerler; aklına ulaşması ve en olgun insan haline gelmek için duygularından arınması gereken bir insan metaforunu kullanır. Tüm Kaf Dağı yazarları konuşmalarını bir yolculuk, hatta bir kişinin kişisel yolculuğu üzerinden yapılandırmışlardır. Dante’nin İlahi Komedyası’nda bile, adam sonunda yolculuğunu kendine ulaştığı anda bitirir. Dünyayı dolaşmak ve sonrasında kim olduğumuzu keşfetmek ile ilgili. 

 

Bu yüzden, bunun sadece İslam ile ilişkilendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum, bu hal kollektif bilinçaltımızda yatıyor. Her kültür, masalları aynı semboller üzerinden kendi diliyle anlatır ve dünyanın hangi tarafına bakarsanız bakın, şeytanların, iblislerin veya cadıların korku nesneleri olarak kabul edildiğini görürsünüz. Ve durum cehennem, cennet ya da araf gibi tümü zihnimizde olan, gerçek benliğimize ulaşmamız için bize ipuçları ve semboller veren kavramlar için de geçerlidir, nereden geldiğimizden bağımsız olarak. 

 

Serginizin Attar tarafından yazılmış olan “Kuş Dili” nin yolundan gittiğini, kendi kozmolojinizi oluşturmak için İslami kozmolojinin birçok noktasını bir araya getirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

 

Aslına bakarsanız, kolektif bilinçaltımızda yatan farklı kavramlarla tekrar oynadım. “Kuş Dili” nde, her kuş, tümünün aynı anda Simurg olduklarını fark etmeden önce, Simurg’u arıyor. Ve Ancak bunu farkettiklerinde içsel yolculukları bir son buluyor. Konu yine bir kişisel yolculuk ve insanların kendilerini tamamen tanımak için duygularını bir kenara bırakmaları gerektiği fikrine geri dönüyor. İlk Vadide kuşlar sevgi denizinde boğulmaktadırlar ve içine düştükten sonra, artık kendi kişisel yolcululuklarını tamamlamaları mümkün değildir. Böyle bir mitolojiden çok ilham alıyorum. 

 

İşte bu yüzden hem “Cennet”, hem de “Cehennem” katları ile ilgili ortak akla uygun, çok basit bir mantığı takip ettim. Birinci katta, güzellik, insan ilişkilerinde mutluluk, sevgi ve bereket gibi ruhani kavramları kullandım… Ve bunların hepsi insan olarak dünyada kolaylıkla yaşanabilir. Sonrasında, “Cehennem” katında, insanları sadece bir dakika süren bir karanlık ile korkularıyla yüzleştirerek işe eğlence kattım; bir dakikanın sonunda ışıkların yanmasıyla korkularının yersizliğini keşfetmeleri bunu takip etti. Bu 20 saniyelik ışığın amacı onlara ilk korkularının ne kadar gereksiz olduğunu göstermekti. Hem yetişkinlerin, hem de çocukların bu durumu aynı şekilde deneyimlemesi eğlenceliydi: önce, işlenmiş cin motifleriyle karanlık korkusunu yaşamaları, sonra ise bunun sadece bir aldatmaca olduğunun keşfiyle rahatlamaları. Sergiye “Çocuklara dikkat edin” gibi uyarılar yerleştirmiş de olsak, her yaş grubu aynı evrensel ve mantıksız korkuyu hissetmekteydi. 

 

Kaf Dağı kimi zaman, İblislerin ve cinlerin diyarı olarak tasfir edilir. Onlarla ilişkiniz nedir ve neden işlerinizde çoğunlukla bir yılan şeklinde gösteriliyorlar? 

 

Bu şekil aslen pek de bana ait değil, kolektif bilinçaltımızda şeytanın tarafını tanımlamak üzere temel bir görüntü. Ancak yılan sembolü aynı anda içinde pek çok birbiriyle çelişen anlam barındırıyor. Isırığı sebebiyle korkulması gereken fiziksel bir enerji olarak da, eczane tabelalarında göreceğimiz üzere iyileşme anlamıyla da düşünülebilir. Mitoloji bize yine pek çok bilgi veriyor. Mesela “Araf” katında, Fars mitolojisinde Yılanların Tanrıçası olan “Şahmaran”ın hikayesini kullandım. Şahmaran’ın aynı zehirle birini öldürürken, diğerini iyileştirme gücü vardır. Bu da, insanları, kendi kendilerini hem yaralayan, hem de iyileştiren oldukları konusunda uyarmak için sembolik bir yol. Psikolojik antidotlar söz konusu olduğunda yılanın sembolü çok önemlidir. 

 

Ancak yine de, tüm bu imgelerden, bazı semboller üzerinden yaşayabileceğimiz mantıksız korkulardan bir dengeye varmak ve onlarla yüzleşmek önemli. Bu sergide yılanlar her kattaydı, Cennet’te, Araf’ta veya Cehennem’de; kuşların, Anka kuşlarının ve meleklerin yanı başında… Onların bazen şeytan tarafını, bazen de arındırıcı yönünü göreceksiniz ve işte böylece Kaf Dağı’nın etrafında mutlu bir denge içinde hep beraber yaşıyorlar ve kendinizi tamamen böylece anlayacaksınız. 

 

Röportaj: Manon Grodner

Çeviri: Verda Sigura

Mayıs 2018