The Journey To Me

Portre, kendini veya bireyselliği ifade edebilmenin en güçlü yolu… Akademik resim anlayışında önem sırasında üst sıralarda yer alan, sanat tarihinde dokümenter niteliği açısından vazgeçilmez bir unsur olan portre, sanatçının şahsını veya bir başkasını tasvir etmesi durumunda bile kendini aradığı biografik, sosyolojik ve psikolojik verilere sahip bir sürecin somutlaşmış hali olarak çıkıyor karşımıza.

Portre deyince aklınıza kimler geliyor? Rembrandt, Van Gogh, Frida Kahlo, Picasso, Lucien Freud, Cindy Sherman, Chuck Close, Elizabeth Peyton… Mihri Müşfik Hanım, Hale Asaf, İbrahim Çallı, Nuri İyem, Şükriye Dikmen… Sanattaki portre geleneği 19. yüzyıla kadar ‘gerçekçilik’ ile özdeşleşen ve tasvir edilen kişinin ruhunu da yansıtabilmenin başarı olarak sayıldığı bir sanat türü iken, 20. Yüzyılda fotoğraf makinesinin çıkmasıyla birlikte yeni bir biçim ve farklı bir anlam kazanıyor. 20. Yüzyıl sanatçıları otoportrelerini yaparken veya başkalarının portrelerine odaklanırken farklı yöntem ve malzemelere başvurdular… Buluntu nesneler devreye girdi, teknoloji yardımlarına yetişti, bazen sadece bir kelime yazdılar tuvale, bazense bir yatak odası onların kendilerini ifade ediş biçimleri için araç oldu… Bu arayış hem kendi sanatları için bir çıkış yolu hem de kendilerine ulaşma ve yüzleşme biçimine dönüştü.

Bu sergi bugünün genç kuşak sanatçılarının portre ile olan ilişkilerine odaklanırken, ismini Alper Aydın’ın “The Journey to Me” adlı işinden alıyor. Aydın’ın 2012 yılında yaptığı bu heykelinde, melankolik bir yüz ifadesine sahip kendi büstünün başında metalden bir kale adeta taç gibi konumlandırılmış. Geleceği hakkında endişe duyan genç bir sanatçının, varmak istediği noktayı ve belki de güvenlik alanını yani kendi kalesini, kendisinin kurgulayacağını bilerek başında taşıdığı ona verilmiş bir güç unsuru olarak tasvir ettiğine şahitlik ediyoruz bu işe bakınca…

Sergide Aydın’ın yanı sıra Ali Şentürk, Ahu Akkan, Alican Leblebici, Özer Toraman, Burak Dak, Eylül Ceren Ersöz, Burak Ata, Manolya Çelikler, Hayal İncedoğan ve Zeynep Beler’in işlerine rastlıyoruz. Ali Şentürk, portresini annesine yaptırarak onu anlamak için çabaladığı yöntemlerine bir yenisini eklerken, annesinin gözünden kendisini görüyor “Anne Beni Pentür Tekniği ile Anla” adlı işinde… Eylül Ceren Ersöz, filmlerdeki kadın imgelerinden yola çıkarak ‘nedir kadın?’ sorusunu sorarken bir yandan da kadının ruhsal portrelerine odaklanıyor “Joanna”sında. Ahu Akkan’ın perdeyi çağrıştıran bir yüzey üzerine yine tülleri dikerek oluşturduğu portreleri, örtülü olan, gizlenmek istenen, yok sayılan gerçeklere gönderme yaparken; aynı zamanda gerçeğe ulaşmanın mümkün olduğu şeffaf bir yansıtıcı görevi görüyor. Alican Leblebici ise yoğunlukla portre çalışırken hem kendini hem de diğer kişileri resmeden bir sanatçı; Leblebici başkalarını resmederken de portreyi kendi kimliği ile özdeşleştirip alegorik bir biçimde otoportreleştiriyor. Özer Toraman, kendine has boyama üslubu ile portrelerinde bireyin içine doğduğu bedenin kimliklerin sergilendiği yer olduğunun altını çizerken bu tasvirlerde cinsel ve toplumsal kimliği okunmaz kılıyor. Burak Dak’ın “Otoportre”sinde, Rönesans ve Barok resmin portre anlayışının izlerini kompozisyon ve renk skalasını görebilirken bu dönemin anlayışına zıt olarak, genç modern bir insanın gerçekçi portresiyle karşılaşıyoruz. Burak Ata ise sergide küçük tuval üzerine yağlı boyatekniğiyle yaptığı otoportresinde adeta kendi vesikalığını çekiyor… Bu işte izleyici sadece Burak’ın yüzünü görüyor tuvalin yüzeyinde, oysaki bu yalın resim sanatçının fırçayı kullanış biçiminden, boyayla olan ilişkisine kadar pek çok ipucunu açık eder nitelikte ve gözlüklerin ardından baktığı dünyasına giriş bileti niteliği taşımaktadır…

Manolya Çelikler ise kadın portrelerinde kendini, diğerini, öteki kadını arıyor adeta… Kadınsal bir deneyim olan dikiş devreye giriyor her portresinde. Kadın yazarların kitaplarının üzerine yazarın tasvirini yapan sanatçı, eseriyle yazarın karakterini özdeşleştirerek yeni bir portre ortaya koyuyor. Ve Zeynep Beler.. Bugün portre deyince bireysellik anlayışı baskın bir biçimde devreye giriyor ve teknolojinin geldiği son nokta ile hayatımıza giren yeni bir kavramı olan ‘selfie’yle karşılaşıyoruz. Beler, “Selfie”yi sanat tarihinin portre anlayışı içine sokuyor ve bir fotoğraf çekme trendi olan selfieyi günümüzün ‘otoportre’ anlayışı ile özdeşleştirmeyi en klasik portre yapım tekniği olan yağlı boyayla yapıyor. Sergide beklenin aksine bir neon iş çıkıyor karşımıza… Aynada kendi portrenizi gördüğünüz andan itibaren bu yazıyla karşılaşıyorsunuz; “Seni Olduğun Gibi Seviyorum”. Hayal İncedoğan’ın bu neon işi, izleyiciyi sergiye portresiyle dahil kılıyor.

Her bir iş farklı bir dil, kurgu, anlayış ve tekniğe sahip… Hepsi farklı farklı yolculukların hikayesini barındıryor. Sergi hiç bir sanatçının yol haritasını değiştirmiyor aksine, bu yolların birbirleriyle kesiştikleri ve ayrıştıkları noktaları bulmak için kuş bakışı bir açı sunuyor. İzleycinin, Google Map’ten yol durumuna bakması gibi, sanatçıların dünyalarına, içsel yolculuklarına yukarıdan bir bakış imkanı sunuyor ve bu yola izleyiciyi de davet ediyor….